20 - 11 arası, ilk bölüm...
Dokunma Bana / Touch Me Not (10) geçen senenin en cesur, en araştırıcı filmlerindendi. Film, dokunmakla ilgili çekinceleri olan bir kadın kahramanın çevresine birbirine dokunan - dokunamayan bedenleri ve onların hikayelerini diziyor. Bedenler konusunda son derece ödünsüz olan Dokunma Bana, en idealize edilmişinden en yabancısı olduğumuz bedenlere kadar insan bedenine yansız (ve giderek müşfik) bir gözle bakıyor. Seyirci de, bedenlerle ve bakmakla ilgili kendi çekincelerini bir yana koyduğunda bu yolculuğa katılmış oluyor; can kafesinin altına yolculuk… Yönetmenin kadın bir sinemacı, Adina Pintille olması belki tesadüf değil.
Michael Pearce’in Beast / Canavar'ı (9) ise can kafesinin altında tutkular, yangınlar, depremler, volkanlar, seller arayan ve bulan bir aşk filmi. Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’ini Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile ‘çiftleştiriyor’ desek yeridir. Aşık olmak her zaman masumiyetle ilgili bir şey değildir -olmasın varsın! Filmin sonunda dünya gerçekten tersine dönüyor, her şey tepetaklak oluyorsa bu filmin ahlaki davranma kararından değil, tutkunun tabiatından dolayı. Terbiyeli, ‘kullanıcı dostu’ aşk hikayeleri günlerinde aşkı böyle dişiyle tırnağıyla kazarak anlatan bir aşk hikayesine rastlamak!
Laurent Cantet, filmlerinde Fransa toplumunu meydana getiren unsurların bir arada yaşarken hissettikleri mutsuzlukları, itirazlarını, göçmenler, mavi yakalılar vb. için geliştirilen politikaların gerçeğe vurulduğunda ne kadar gerçekçi olduğunu ‘düşünür’. L’Atelier / Atölye’de (8) Marsilya yakınlarında La Ciotat’da en liberal niyetlerle, ‘gençler için’ oluşturulmuş bir yaz kursundayız. Yazarlık atölyesi. Atölye hocası Parisli kadın yazar her kesimden öğrencilerle neşeli bir yaz geçirmeye hazır. Ama olaya ne kadar pedagojik bakarsa baksın, her şeye itirazı olan Antoine’ı ve onun öfkesini kapsamakta zorlanacak. Hele Antoine bir toplu katliam hikayesi yazmaya karar verince… Film, meselesini sonuçta bir çeşit ergen romantizmine tevil ediyor; ama aslında toplumun kara koyunları, üstten bakan bir hoşgörünün çözmekte zorlanacağı problemler, toplumsal kesimler arasındaki mutabakatın karşılıklı olup olmadığı üzerine. Belki Sarı Yelekliler’i de öngörüyor.
Öğretmenlik işinin bambaşka bir yüzünü tatlı tatlı kurcalamakla işe başlayıp karanlık sonuçlara ulaşan bir film de giderek derinleşen hikayesiyle The Kindergarten Teacher / Anaokulu Öğretmeni (7) Yönetmen Sara Colangelo, ama filmi ele geçiren hikayenin her türlü inceliğinin farkında olan oyuncu Maggie Gyllenhaal. Klasik bir çekirdek aile annesi, anaokulu öğretmeni New Yorklu Lisa tekdüze hayatının ancak şiirle anlam kazanacağını düşünür, kurslara gider. Ama şiir ondan uzak durur. Neden böyle? İşte şiir öyle bir şeydir. Sonra bir gün sınıfındaki küçük Jimmy Roy’u keşfeder. Jimmy Roy’a şiir bir vahiy gibi inmektedir. Ne yapmalı? Bizde olmayıp da başkalarında bütün görkemiyle olan şeyler karşısında ne yapabiliriz? Küçük, güzel bir rolde Gael Garcia Bernal.
Anons (6) Mahmut Fazıl Coşkun’un üçüncü uzun filmi. Sinemamıza özellikle Yozgat Blues filmiyle getirdiği sakin, ek yerini belli etmez ama alttan alta çalışan mizah duygusuyla yeni bir yönetmen tavrı Mahmut Fazıl. Anons’da daha da cüretkar bir işe kalkışıyor; ‘majör’ bir konuyu ‘minör’ tonda işlemek. Cumhuriyet tarihinde belli belirsiz bir gölge gibi duran, başarısızlığa uğramış bir darbe girişimini 1960lı yılların puslu İstanbulu fonunda, kültürel- toplumsal ironiler, kişisel beceriksizlikler ve hayatla ilgili küçük aksilikler açısından yorumlamak. Mükemmele yakın.
Cuaron’un Roma’sının (5) başarısı, sinemada yıllardır Fellini’nin Amarcord’u kadar zengin bir çocukluk filmi olmamasından ileri geliyor olabilir. Ama Roma, Amarcordvari bir yangın sahnesi dışında epizodik, göstermeci değil. Daha çok, çocukluğun rehavet içinde yol alan, sonra çocuklardan gizlenen şeylerle kesintiye uğrayan akışına öykünüyor. Amerikan olan her şeyin uzağında olmanın verdiği taşra duygusuyla, orta sınıf mahallelerin uzağında gibi görünen ama aniden hayatın içine girebilen politik gerilimleriyle 70’lerin Meksikası aynı dönemin Türkiyesini de andırıyor. (Film boyunca çalan pop şarkılarının hepsinin Türkçe birer versiyonu olduğunu farkedeceksiniz.) Roma, çocukluktaki üzüntülerin, unutulmayan haksızlıkların, küçük bir hizmetçi kızın başına gelenler gibi çocuk yüreğini burkan ve yetişkinlikte bile yüreği ezmeye devam eden küçük şeylerin filmi. Sevdiğim karakterler babasının bir daha eve dönmeyeceğini duyunca birden katıla katıla ağlamaya başlayan oğlan, bir de ‘o doğmadan önce başından geçmiş’ şeyleri hikaye etmeye bayılan, belli ki sonradan yönetmen olan çocuk.
Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski filmlerindeki kişilerin hikayelerinin içinden usul usul geçerek ülkesinin yakın tarihine farklı bakışlar atmayı seviyor. Annesiyle babasına adadığı Soğuk Savaş / Cold War’un (4) Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni andıran olay örgüsü, filmin iflah olmaz aşıklarını kılıktan kılığa giren bir halk ezgisi eşliğinde Polonya’dan Almanya’ya Yugoslavya’dan Sicilya’ya Fransa’ya gezdiriyor. Bir yandan aşkın boyunduruğundalar, öte yandan soğuk savaşın. Sadece 80 küsur dakika süren film bir dönem romanı zenginliğinde 20. yüzyıl ortası Avrupasında gezindikten sonra başladığı yere dönüyor. Ait olma duygusunun insanın peşini bırakmayacağının, ‘başladığımız’ yerde ‘bitireceğimiz’in filmi.
Ahlat Ağacı (3) Nuri Bilge Ceylan’ın son yıllardaki en iyi filmi. Film, Mayıs Sıkıntısı dünyasına geri dönüyor, Türkiye’de yeni bir taşra, hem eski hem yeni dertler, yeni genç insanlar, eskileri kadar sert (ahlat!) yeni nihilizmler keşfediyor. Yeni toplumsal problemleri kuşatıyor, görünürde aşikar ama doğasında muğlak olanın sınırlarında duruyor. Aileyle barışmanın mümkün olduğu, sevgi için atılan zarların bazen yanlış geldiği, ama gene de atmanın doğru olduğu kanısına varıyor. Sevilmenin mümkün olduğunu, doğru anlaşılmanın mümkün olmadığını ama gerekli de olmadığını kabul ediyor. ‘Devam etmeye’ karar veriyor. İnsanlar arasındaki ihanetin görece bir sulha tevil edildiği, edilemeyen kısmının da bir ‘günah keçisi’ne, küçük kahverengi bir köpeğin sırtına yüklendiği bir dünyadan ötesini umamayacağımızı söylüyor.
Paul Thomas Anderson’un Phantom Thread’indeki (2) küçük zorbalık dünyasını sadece yüksek terzilik alemi diye okursak renklere, kumaşlara gömülüp burnumuzu ordan çıkaramayabiliriz. Sakıncası yok, bu çok da ‘güzel’ bir film; gene de, bu aşk hikayesine adını veren ‘hayalet iplik’ aslında insan ilişkilerindeki adı konamayan ‘o’ iplik. Bir, karşımızdakini - beğenip beğenmediğimizden çok da emin olmadığımız - kendi suretimizde şekillendirmek için başvurduğumuz o garip tahakküm isteği… Bir de, belli belirsiz bir ürpertiyle beklediğimiz. içimizde beslediğimiz başka bir şey; bu ‘halimiz’in başka birisi tarafından değiştirilebileceği umudu. Phantom Thread’in ters köşesi bir ipte pekala da iki cambazın oynayabileceği, umutlu yanı ise yeterince ararsak karşımıza böyle birinin mutlaka çıkabileceği hissi. Yeter ki her mantar yemeğini denemeye açık olalım.
2018’in en iyi filmi Zama (1) insanın yarattığı toplu tahakkümlerin en acımasızı olan sömürgecilik aleminde geçiyor. Sömürgeciliğin korkunç yanlarından biri de uşaklarına reva gördüğü muamele. Kuralları koyan zalimlerle kuralların kenarından dolaşan fırsatçılar arasında kalan kuralların uygulayıcısı gafiller, sonuçta elleri kökünden kopasıya saçma’nın kurbanı olabiliyorlar. Küçük imparatorluk hizmetkarı Zama gibi. Zama’ya sadece kafkaesk demek eksik olabilir, onun içinde Conrad da var, Tatar Çölü’nün Buzzati’si de. Ama Lucrecia Martel bir yandan da Kafka’nın Yasa’nın Büyük Kapısı önünde bekleyen adam meselini en ince, en dehşet verici ayrıntısına kadar ciddiye alıyor. Kendi gafletinin farkında dahi olmayan gafilin trajikomedisi… ‘Pikaresk ögelerle süslenmiş’ olarak.
FATİH ÖZGÜVEN
(*) Bu yazı, sinema yazarları olarak topluca el verdiğimiz, önce Arka Pencere’nin matbu versiyonu, şimdi de Se7en olarak yayın hayatına devam eden derginin - kaçınılmaz - sene sonu listesi talebi üzerine hazırlanan yirmi filmlik liste hakkında etraflıca bir şeyler söylemek isteğinden doğdu. Uzun süredir ekranella’ya da bir şeyler yazamamıştım, iyi oldu.