Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde hep bir Baba gezinir. Bu, Mayıs Sıkıntısı’ndan İklimler’e kadar dünyayı bulduğu gibi kabul eden, filmin asıl kahramanı olan Oğul’un varoluşla ilgili dertlerinin karşısında adeta ‘hafif çeken’, aslında dünyayla ilgili küçük ama toplamda önemli dertleri, kendine ait bir dünya tasavvuru olan, görünürde tasasız bir babadır. Mayıs Sıkıntısı’nda kavaklarının peşinde koşan, İklimler’de evin içinde şapkayla gezdiği için anne tarafından azarlanan baba… Filmin kahramanı olan genç erkekler hep bu babaya karşı annenin safında görünürler. Onların dünyayla ilgili dertlerini annenin dirayeti iyi edemeyecekse de, babanın dayanılmaz hafifliği hiç çözemeyecektir. O an ihtiyaçları olan şey babanın temsil ettiği bu katlanılmaz hafiflik hiç değildir. Tam da bu onlara ağır gelir.
Ahlat Ağacı’nda Nuri Bilge Ceylan, artık bu babayla barışıyor. Filminin en olgun tarafı, filmi mükemmel yapan şey tam bu. Üstelik belki onun filmlerindeki en sorumsuz, en havai babalardan biri ile karşı karşıyayız. At yarışı oynayan, meteliğe kurşun atan, fırıldak çevirmekten kaçınmayan ilkokul öğretmeni baba. (Bu rolde Murat Cemcir’e şapka çıkartıyoruz.) Ve daha iyi bir hayata layık gibi duran, bu adam uğruna hayatını heba etmişe benzeyen, ama son hesaplaşmada onunla geçen hayatı savunan bir de anne. (Bu rolde de Bennu Yıldırımlar’a şapka çıkarmalıyız.) Genç yazar Oğul’un kaleme aldığı, Anne’ye gerçek duyguyla imzalanan Kitap aslında satır satır Baba tarafından okunacaktır. Ahlat dibine düşer mi demeli.
Ahlat Ağacı elbette Mayıs Sıkıntısı dünyasına bir geri dönüş. Kendi kendine bir şey ispat etmek için, yeniden baba evine ve ana kucağına dönen Oğul hikayesi. Ama tabii burası Mayıs Sıkıntısı’nın Türkiyesi değil. Daha çok, düsturu meşhur ‘sıkıntı yok’ lafı olan, günümüzün gergin Türkiyesi. Ahlat Ağacı’nın belli başlı övgüye değer yönlerinden biri de yeni Türkiye’yi ele alışındaki derinlik. Dere tepe gezerken eski bir arkadaşla yapılan telefon konuşmasında ya da başka bir dere tepe gezintisindeki inanç tartışmasında aniden ortaya çıkan, tam da zülf-ü yare dokunduğu anda seyirciye - bilmiş Oğul’un deyişiyle - ‘olgulardan değil yorumlardan’ bahsedildiğini düşündüren bir bıçak sırtı; bariz şeylerin muğlaklığı, ama aynı zamanda muğlak şeylerin çiğ kesinliği.
Yarin zülfü deyince elbette bu filmin en ‘güzel’ sahnesinden bahsedeceğiz. Bir orman kuytusunun altın rengi ışığında beliren genç kızla konuşma. Bir an sonra genç kızın profilini flulaştırarak onu daha da ışıldatan, sonra yapraklara dönüp onların hışırtılarına kulak vererek yükselen yükselen, tam güzellikten boğulur gibi olduğumuz anda genç kızın saçlarına bağlanarak nefis biçimde erotik olan bir sahne. Nuri Bilge’de katlanılmaz olabilen ve bütün filmi adeta bir parfüm kokusuyla boğan o aşmış güzellik sahnelerinden bu filmde sadece bu bir tek - olağanüstü - sahne var. Ne iyi ki, o kadarla da yetiniyoruz. Bir de tabii müthiş bir susuş anı var burada.
Genel akışın içinde yer alan ama kendi başlarına bütünlük de taşıyan sahnelerle işleyen yapısıyla Ahlat Ağacı mükemmel, ille de güzellikle dolup taşmayan başka sahneler de barındırıyor. Bunlardan biri de bir kavga ve uzun bir süre kahramanımızın yüzünü terketmeyecek olan yumruk iziyle sonuçlanan bir genç erkek dalaşı. Zaten film bütününde Ahmet Rıfat Şungar’dan Öner Erkan’a, Tamer Levent’den Sencar Sağdıç’a ya da her zamanki küçük komedi aralığını değerlendiren Kubilay Tunçer’e kadar, son zamanların en iyi erkek oyuncularından yararlanıyor. (Hikayesiyle senaryoya katılan Akın Aksu dahil!) Bu da yerinde, çünkü bu film genç erkeklerin, onların serseri enerjilerinin, karışık zihinlerinin ve her şeye rağmen süregelen rüyalarının filmi; Mayıs Sıkıntısı’nda film olan şey, burada Kitap.
Ve tabii filmde bir diğer Nuri Bilge demirbaşı olan ihanet teması üzerine çeşitlemeler. Bu hat üzerinde iki önemli sahne var; birincisi genç yazarın kitabevinde rastladığı mahalli yazara ‘sözünü söylemek’ için yanaştığı sahne… İmrenilen bir şahsiyeti takdir edermiş gibi yapıp aşağılamak, bundan da bir tatmin derlemek. Bu çok tanıdık sahne, evdeki kutsal kitabı el altından satmakla başlayıp yazarın ağzının payını vermekle devam ediyor, derken komik biçimde belediyeye verilen zarar ve Truva atına sığınışla son buluyor ve genel absürdlüğü içinde ‘acaba rüya mı’ belirsizliğinden yararlanıyor. Mahalli yazarla konuşma bölümü seyirciye genç yazarın o bir sürü ağız dolusu, kitabi cümleyi nereden bulduğunu sorduracak kadar kalabalık bir konuşma sahnesi- ama tabii genç yazar adayları da öyledirler diye rasyonalize edilebilir, sıkıntı yok.
İkincisi ise seyirciyi daha derinden etkileyecek bir şey, zalim küçük bir ayrıntı. Baba söz konusu olduğunda tek katışıksız, hesapsız sevgi ilişkisinin kahramanı olan kahverengi köpek. Filmin içinde kaybolan bu küçük köpek - ya da onun hayali ya da hayaleti - askerden dönen genç yazarın karşısına gece gece çıkacak. Oğul onu görecek de görmezden mi gelecek ya da görmeyecek mi, emin değiliz. Emin olduğumuz bir şey varsa, o da babanın sevgisiyle arasındaki tek önemli engelin bu köpek olması ve tabii bu sevginin yeniden tesisinin bu küçük köpeği aradan çıkarmaktan geçmesi. İnsanın aklına Uzak’taki fare ve İklimler’deki genç taksi şoförü geliyor. Aklı beş karış havada babanın yeni aldığı köpek Camoka da bizi bu babalar hakkında oğula hak verdirecek düşüncelere sevketmiyor değil.
Camoka kenarda bekleyedursun, filmin son sahnesi bizi baba ile oğulla baş başa bırakıyor, yavaş yavaş bir sükunet, anlaşma ve nihai barış havası filme hakim oluyor. Bu finale pek yakışmayan - biraz da kötüce yapılmış - bir korku filmi numarasının ardından film gerçek ve güzel sonuna ulaşıyor; ‘Bizi çalışmak kurtarır’ Yıllardır Ortaköy’de satılan küçük yazar cümleleri kartlarının birinde Çehov’a ait böyle bir söz vardır ve Çehov’dan bula bula bunu mu bulmuşlar diye düşünürdüm. Meğer bir hikmeti varmış.
İngiliz eleştirmen Peter Bradshaw, film için yazdığı güzel yazıda filmin genç kahramanını ‘a bumptious young man’ diye nitelemiş. Güzel laf. Anlam bildirirken jest de hatırlatan bir kelime. Küstah, ama aynı zamanda dangıl dungul, elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen, çolpa… Ahlat Ağacı’nda pırıl pırıl parlayan (Ölümlü Dünya’da da öyleydi) Doğu Demirkol, kıstırılmış genç adam rolünde Ceylan’ın filmlerindeki hayalleri olan, kırgın - dargın genç adamların Mayıs Sıkıntısı’ndan günümüze nasıl bir evrim geçirdiklerini çok iyi özetliyor. Hayalleri olanlar bile artık eskisi gibi değiller.
FATİH ÖZGÜVEN
Ahlat Ağacı (2018)
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Akın Aksu, Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin, Tamer Levent, Akın Aksu, Ahmet Rıfat Şungar, Kubilay Tuncer, Öner Erkan, Kadir Çermik, Ercüment Balakoğlu, Özay Fecht, Sencar Sağdıç, Asena Keskinci