“Abi iyi ki şu balıkçıyı arabaya almadık yoksa bütün geceyi karakolda geçirecektik…” Çat pat.
“Vatan Caddesi’nden gitmeyin, orası sabaha kadar kapalı.” “Hayrola abi niye geciktin?” “Vatan’dan geldim onun için geciktim.” Çat pat.
“Abi ekmekleri dağıtayım önce, sonra gideriz.” Vınn.
“Reji masasını kullanmayı bile tek kişi o mu? Nerde o?” “Evinde efendim.” Hop eve.
“Evde yok mu, nerden bulacağız?” “Karısı hemşire, nerde olduğunu o bilir.” “Hemşire değilmiş, anestezistmiş, işi bitmeden ameliyat odasından çıkamaz efendim.” Bekle.
Anons bir ‘balta nerde / suya düştü / su nerde / inek içti / inek nerde / dağa kaçtı…’ filmi. Belki de sinemamızdaki bu tarz ilk hikaye. Yapılması gereken bir iş var -hükümet darbesi- fakat ne demişler, ‘en iyi düşünülüp taşınılmış planlar bile ters gidebilir’. Hele bu plan her şeyin ters gidebileceğini hesaba katacak gerektiğince evhamlı insanlar tarafından değil, her şeyin düz bir çizgi üzerinde ilerleyeceğinden çok emin, kafaları da kendileri de birer düz çizgi gibi olan insanlar tarafından yapılmışsa. Anons’un darbecilerini İstanbul radyosunu ele geçirip darbe ilanını okumakta geciktiren bir bakıma gündelik hayatın virajları, ama bir yandan da daha büyük, görünmez bir otorite, Uzaktaki Baba’nın görünmez varlığı; Ankara’dan gelecek haber… Film boyunca Ankara’dan gelecek haber darbenin İstanbul sorumlularının başı üzerinde kör bir Demokles kılıcı gibi sallanıp durur, kahramanlar da cevabın gelmeyişiyle, hayatın beklenmediklikleriyle bilenmeye, akıllanmaya, değişmeye direnirler.
Buna, içinde adeta ağır çekimde yüzer gibi hareket ettikleri, kahverengi bulaşık suyu gibi bir İstanbul gecesini, gölgeleri, ölgün ışıkları ekleyin. 60’lı yılların karanlık, az aydınlatılmış, az ışıklı İstanbul’u; hayalgücünüz genişse Ara Güler fotoğraflarından, Sait Faik hikayelerinden tanıyacağınız, bugüne de hala gölgesini vuran bu İstanbul gotiği, filmin en çekici taraflarından biri. Her biri birer in gibi olan iç mekanlar; yarı karanlık bir fırın, yerinden kıpırdamıyor gibi yol alan bir taksinin içi, gece vakti bir hastane, depresif bir oturma odası, en romantiği olsa olsa ‘nostaljik’ bir dublaj stüdyosu… Binalar, odalar, eşyalar köşeli, sert, o günlerden bir otuz-kırk sene öncesi modernizminin Türkiye’de hala ayak sürüyen hayaletleri. Düz çizgilere ve köşelere, bunları hüzünlü bir sarı ışıkta eriten atmosfere ilaveten Attila İlhan şiirlerinden devşirme bir kara film tekinsizliği. ‘Hüzün’ deyince de; en başarılısını edebiyatta Orhan Pamuk’un yaptığı, sinemanın ise marifet dekor-kostümde sanarak asla başaramadığı bir İstanbul pastiche’i.
Terslikler tek tek değil, bir komedi filmindeki gibi hızlı hızlı da değil, ağır ama kendinden emin bir tempoyla art arda geliyorlar. Anons başka şeylerin yanı sıra kimi seyircilerin ağır bulabilecekleri, kimi seyircilerin ise damla damla tadını çıkaracakları bir ritmin de filmi. Beklenmedik vurgularla ilerleyen minimalist bir parçaya benzemesi onu Coen Kardeşler, Jarmusch filmleri, Romen sinemasının bazı filmleri, kısacası belli bir Zeitgeist’la, sinemaya özgü bir dönem ruhu ile akraba kılsa da ‘tam onlar’ da değil.
Terslik üstüne terslik, hayalgücü kıtlığı, ışıksız gece, yakındaki ve uzaktaki otorite, otoritenin ve bürokrasinin mekanları, kara mizah olarak melankoli. Melankolinin bir ucu da başka bir hayalete, uzaklardaki Amerika’ya bağlı. 60’ların soğuk savaş Türkiyesi İstanbulu’nda Amerika, filmde İngilizce sözlerle söylenen Uzak Doğu tınılı şarkı, Frigidaire buzdolabı, Kore savaşı, Martini konulu bayat nükte, Kruşçev, Hilton demek. Gündelik hayatına şaşırtıcı derecede çok Amerika metaforu sığdırmış, sömürge olmadan sömürge, Asya ile Avrupa’yı birleştiren sınır karakolu memleket.
Darbecilerin ‘tarafı’nı tam bilmiyoruz ama çok da önemli değil, bu film onun filmi değil. Onlar sadece bir Amerika hayaline bulanmış, yarı otoriter yarı absürd, yarı alaturka yarı alafranga, bulaşık suyu renginde gecenin içinde yüzen, değişmeye hevesli ama değişmeye nereden başlayacağını bilmeyen bir toplumun en temsil gücü kuvvetli karakterleri; önlerindeki kördüğümü çözemedikleri için kılıçla kesmeye karar vermişler, gelgelelim kendi yarattıkları başka bir kördüğüme de dolandıkça dolanıyorlar. Radyo müdürünün adının Hamdi İrdal olmasına, sahnelerden birinde Tanpınar’ın portresini görmemize şaşmamalı. Tümü Saatleri Ayarlama Enstitüsü fantastikliğinde olan bir memlekette Martini’nin bozduğu mideyi çorbacının çorbasıyla iyi etmek hem absürd hem ironik, hem gülünç hem sevimli, hem nafile hem çocuksu, hem Batı hem Doğu. Anons bu durumu amaçlanmış bir kayıtsızlık, mükemmel bir acelesizlik ve nefis bir bir ritmle izliyor ve Türk sinemasındaki başka hiçbir şeyi ‘andırmıyor’ bile.
FATİH ÖZGÜVEN
Künye:
Anons (2018)
Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun
Yazan: Mahmut Fazıl Coşkun, Ercan Kesal
Oyuncular: Serkan Ercan, Ali Seçkiner Alıcı, Murat Kılıç, Nazmi Kırık, Şencan Güleryüz, Müfit Kayacan