Uzun süredir sinema hakkında yazmakla ve her filme belli bir ‘beklenti payı’ ile yaklaşmakla birlikte (belki bu sefer olmuştur!) bazı kesin kararlara varmış olmanın sağladığı konforu da inkar edemeyeceğim. Özcan Deniz romantizminden, Fatih Akın haşarılığından, Yılmaz Erdoğan ‘kapsayıcılığından’, genelde BKM, özelde formül komedilerinden, Çağan Irmak duygusallığından, Dağ 2 yurtseverliğinden ve ayrıca çok ödüllü diye her festival filminden beklentisi olmamak ne kadar rahatlatıcı bilemezsiniz. Aynı zamanda bazı suçlu zevklere sadık kalmak da arada bir Snickers orjisi yaşamak kadar tatmin edici; özellikle kendi başına zuhur ettiğinde Halil Sezai’nin alkollü ağlamaklılığını hala sevimli bulmak ya da Zoolander’lerin tiryakisi olmak gibi…
Her sene şöyle ya da böyle En İyi 10 ya da 5 ya da 15 ya da 20 film listesi yapmak, yılbaşında tabağınızdaki hindi etini kesmek kadar mecburi ve zordur. Benimkileri, kısmen, dipnotta bulacaksınız. (*) Başka bir mecrada da yazdığım gibi bu listecilik işinin ne ruhunu ne faydasını anlıyorum. Ayrıca 10 taneden az olursa olay çıkabiliyor, sayfa düzeni bozuluyor vb. En iyi 10 ecnebi film listesinde gerçekten beğendiğim 1, 2, 3, 4 numaralar. Numara 7 benim için sürpriz, o yüzden orada. En iyi 5 Türk filmi listesinden gerçekten beğendiklerimse 1 ve 2. Gerçekten beğendiklerimi sebeplerimi açıklayarak yazmaya özen gösteriyorum. Elle’i, Kasap Havası’nı burada, Anayurdu’nu başka bir yerde okumuş olabilirsiniz.
Öte yandan, geri kalanlara olan itirazlar ya da listede olmayanların akla getirdiği bir iki soru, bence asıl ilginç olan onlar. Çünkü bazı filmler kimi zaman ortaya bazı meseleler atıyorlar ki, onlara bakmak sinema filmlerinin ‘ihtişamı ve sefaleti’ açısından pekala daha açıklayıcı olabiliyor. Neler olmakta?
Batı sinemasının statü sahibi eşcinsel yönetmenleri ne alemdeler mesela? İyi sinemanın ta kendisinin queer etos’la akraba olduğunu hep düşünürüm; dünyada varoluşu açısından tedirgin, dolayısıyla mecburen öz savunmacı, sanatsal olarak bir sonraki adımı atmaya açık, hep tetikte, hevesleri açısından yeniliğe, aşırılığa ve riske açık her filmde queer (**) bir cür’et vardır. ‘Adını söyleyemeyen aşk’ın adını açıkça söyleyen ikinci kuşak yönetmenler ilk ortaya çıktıklarında sert ve mecburen ‘Fassbindersi’ idiler. Çünkü Rainer Werner Fassbinder bu konuda öfkeli, politik ve sol politikaların o zamana kadar kapsamaya cesaret edemedikleri kadar fütursuzdu. Bu, sinema tarihinde Eisenstein’dan sonra montajda avangardlığı yok sayamamak ya da Amerikan kara filmini gördükten sonra Pierrot le Fou ya da Vivre sa Vie yapmaktan başka çaresi olmamak gibi birşeydir.
Bu yönetmenleri (Ozon, Jarman, Almodovar, Araki, van Sant, Todd Haynes vb.) hep genç kalacaklar sanıyorduk. Ama bu sene filmlerini gördüğümüz Almodovar ve Ozon bir ‘İhtiyarlara Hala Yer var’ havasındalar. Julieta’nın fotoroman okuyan duygusal teyze neşesi bize sadece binlerce Almodovar filmi görmüşüz hissi veriyor. Frantz’da ise Ozon ‘insanlar kardeştir’, ‘savaş kötüdür’ gibi karşı çıkılamayacak haklılıkta bazı kanallardan ilerlerken, erkek başoyuncunun bedenini baştan aşağa okşayan kamerası, ‘acaba mı?’ imalarıyla bezeli ters köşeleriyle Almodovar’ın geveze teyzesinin mahçup, hümanist versiyonu gibi.
Parlaklığı, dekor-kostümü, dönem havasını vb. sabote ederek geçmiş zamanlar için yeni şeyler söylemek ‘Fassbinderliği’ ise bazı filmlerde sadece dekor ve kostüme indirgendi: Haynes’in Carol’ında Cate Blanchett’e hayran olmamak elde değil, ama dikkatle sürülmüş rujundan, kürklerinden, ıslak New York sokaklarının tutucu içliliğinden hafifçe sıkılmak da mümkün. Blanchett’in Cahide Sonku’ya ne kadar benzediğini, Rooney Mara’nın unutulan Hollywood yıldızı Jean Simmons’ın tıpkısının aynısı olduğunu farketmek de hardcore sinema tiryakisinin koleksiyonculuk zevkleri arasına girebilir, ama doğrusu vazgeçilmez değil. Anaakıma uyum sağlayan eşcinsel sinemacıların sadece aktrisperestlik’le uğraşması çok da ilginç değil.
Modacılıktan sinemaya geçen Tom Ford en azından bu konuda pervasız, açıklayıcı; ancak çarpıcı sonu için katlanılabilir olan Nocturnal Animals / Gece Hayvanları, queer’in ehlileştirilip modacılar-galericiler-yeni establishment çocukları tarafından yeniden tedavüle sokulduğunu düşündürüyor.
Oysa pırıltılı alemlerin pırıltısının tam da ne olduğunu (apati? umursamazlık? kariyerizm? madde kafası?) anlamaya çalışırken tam o kafalara paralel bir tempo tutturan, bizi o halin ta içine çekmeye çalışan Neon Demon / Neon Şeytan yukarıdakilerden çok daha queer’di. Yerli queer arıyorsak ise, bu sene cesaret ve melodram arasında fevkalade çarpıcı gidiş gelişleriyle hayran bırakan Kasap Havası’ndan başkasını düşünemiyorum.
Zaten geçen sene heteroseksüel dertleri kurcalayan bir iki film daha ilginçti belki. Cafcaftan aşırı hoşlanmasıyla tanıdığımız Sorrentino, Youth / Gençlik’de biraz duruluyor ve Michael Caine gibi İngiliz centilmenliğinde bir marka ve Harvey Keitel gibi Amerikan fırlamalığında bir marka olan iki oyuncunun yaşlılıklarını başarıyla kullanıyor, karşılarına yaşlı suratlı (aslında yaşsız) Paul Dano’yu koyarak fena olmayan bir hisseli kıssa anlatıyordu. Fransız filmi Mon Roi / Prensim ise sersem sepelek anlatımı, ‘güzellikten’ dikkatle kaçan dandini hoppala ev içi karmaşası estetiğiyle ‘beyaz atlı prens’in genellikle sorumsuz, sorunlu, büyümemiş bir ergen olduğunu öne sürüyordu. Hem de ayrıntılı bir sakatlık hikayesi eşliğinde; yürek sersemlemesinin kırık koldan daha acılı olup olmadığına, bazen iki acının üstüste gelip birbirinin metaforu olabildiğine işaret ederek.
Dekor kostümden, dönemden, aksiyondan, yılın kaçınılmaz aktrisi Marion Cotillard’dan (sevmiyor da değilim) baygınlık geçirten Zemeckis’in Allied / Müttefik’i ise beklenmedik sonu, dolayısıyla AVM sineması çiftlerini ufaktan sarsmasıyla ilgimi çekti. Film kusursuz çift hikayesine aniden bir ‘ihanet’ kartı sokuyor, bu karttan kat’iyen vazgeçmiyor ve bir yastıkta kocamaya gönüllü bütün çiftlerin aklının gerisinde yatan ‘acaba gerçekten sadakat var mı? acaba benimki sadık mı?’ fikrine projektör tutuyordu. Seyrettiğim seanstaki herkes katarsise uğramış olarak değil, biraz kasılmış olarak çıktı.
Dolayısıyla, yılın ideal, aydınlanmış heteroseksüel çifti ödülünü vasat bir Woody Allen filmi olan Cafe Society’deki Parker Posey ve kocasına vermek gerekir: ‘Çocuk mu? Tabii ki çok seviyoruz çocukları. Ama başkalarınınkileri.’ Filmden önce 20 dakika kadar bebek bezi, aile tatili ve lüks site reklamına tahammül etmek zorunda kalanlara küçük bir teselli, en azından.
Bizim sinemada ise, bu konuları açar gibi yapıp, başroldeki kadın oyuncusu Songül Öden’in başarısının rüzgarıyla epey de alan Rüzgarda Salınan Nilüfer ise iki arada bir derede kalıyordu. ‘O insanlar’ın hayatıyla ince ince dalga geçtikten sonra, kat kat Bağdat Caddesi burjuvalarından birini tercih edeceksek, ‘bobo’ları yani bohem burjuvaları tercih etmemizin yerinde olacağı fikrine varıyordu. En azından çok satan roman yazabiliyor, bir parça deneysel cazdan anlıyor, çocuklarının arkadaşlarını öpmesini sağlıklı buluyor, arkadaşlarının kocalarıyla fantezi yapma noktasında da durmayı biliyorlardı.
Fantastic Beasts and Where to Find Them / Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerede Bulunurlar? sorusuna ve bu kaygan ve sümüklümsü mahlukatın farklı olanlarına bu sene de rastlamadığımı itiraf etmeliyim. Ama senenin filmleri listesine baktığımda sonu ne yazık ki bir çeşit bulamaç olan Baskın filminin başındaki polis portrelerinin türün en korkunçları arasında olduklarını hatırladım, filmin bu yüzden aklımda kaldığını da.
Yılın değerli ve/ ama sıkıcı filminin Bacalaureat / Mezuniyet, düpedüz en sıkıcı filminin Queen of the Desert / Çöl Kraliçesi olduğunu, bu kategorilerin ötesinde birşey olan Görümce’yi seyrederken ise gözlerime inanamadığımı eklemeliyim. Bu sonuncusu sessizce ‘Aslında bir çeşit Demet Akbağ komedisiyim!’ diye haykırmaktaydı. O kadar ki, sonunda ufak bir rolde Demet Akbağ’ı da çıkarmak zorunda kaldılar.
———-
(*) Altyazı dergisine tevdi ettiğim listeler, kabaca:
Yılın en iyi 10 vizyon filmi:
En iyi 5 yerli:
(**) Vikipedia'dan aktarıyorum: '' 'Queer', heteroseksüel olmayan (homoseksüel olması şart değil) ve azınlıkta kalan cinsiyet ve cinsel yönelimlerin hepsini içine alan bir şemsiye terimdir. ... bunların tanımlarını tekrar yapar, cinsel olduğu kadar sosyolojik, entelektüel ve politik açılımlarıyla tarihsel gelişimlerini de kapsamaya çalışır. (...) Normal'i, normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgular. Stratejik bir marjinal konum olarak tanımlanabilir ve bu konumdan insanın kendisiyle, başklarıyla ve kültürle yeni ilişki biçimleri tasarlamasının mümkün olduğunu düşünür.'' Doğaldır ki, soruları olan her sanat eseri de aynı şeyi amaçlar ve yapar.