Paul Verhoeven’in Isabelle Huppert’in oyunculuğuyla ışıl ışıl parlayan son filmini seyrederken insanın ağzına ister istemez bu Amerikanca kelime geliyor. 1) Perdede gördüklerinize inanamadığınız için, film bu kelimenin hafiften kadın düşmanlığına gelip dayanan lezzetine hakkını verdiği için. (Suçlu zevk.) 2) Huppert kılçıklı konulara dalmaktan çekinmeyen büyük aktrislerin liginde oynadığı, bunu da hayranlık uyandıracak kadar zahmetsizce yapıverdiği için. (Performansın tadı.) 3) Film dönüp dolaşıp bu kelimenin günümüzde genç kadınlar, alt kültürler vb. tarafından temellük edilip bir çeşit kızkardeşlik iması taşıyacak yeni kullanımına da varabildiği için (Tarantinoesque tad, bkz. Death Proof)
Elle’i özetlemek zor ve anlamsız. Bir femme fatale hikayesi deseniz, Fatal Attraction’la karşılaştırmak gerekir, ama Elle’e haksızlık olur. Psikolojik bir vak’a hikayesi deseniz Piyanist’le karşılaştırmak gerekebilir ama Huppert’in bu filme getirdiği, öteki filmde zerresi olmayan perverse mizaha haksızlık edilmiş olur. Şöyle diyelim; Elle’de geçmişte babası ile karanlık bir olay paylaşmış, bu yüzden (belki de değil) hemen hemen bütün takıntılarına, korkularına, suçluluklarına, ruhunun en karanlık ama aynı zamanda da en sıradan noktalarına sahip çıkmış, çıkmakta olan orta yaş üzeri bir kadınla karşı karşıyayız. Bunlar arasında tecavüz oyunu ve tecavüze uğrama fantezileri kurmak, anasıyla babasından nefret etmek, baskın bir anne, patron, eski eş olmak, kıyasıya alaycılık, en iyi arkadaşının kocasıyla yatmak, komşusunu baştan çıkarmak, hatta sonuçta babaannelikten hoşlanmak bile var. Elle’in belki en cesur ve mizahi sahnelerinden birinde Huppert’in canlandırdığı Michèle, oğlunun çocuğu olduğu hayli şüpheli torununa aldığı pusete memnuniyetle bakarken bir saniye sonra filmde defalarca tekrarlanan tecavüz sahnelerinden biri, en sonuncusu gerçekleşiyor. Ve bu da gözyaşlarına yol açmıyor- diyelim. Ne bizimkilere ne Michèle’inkilere.
Michèle’in Bell, Book and Candle’daki cadı Kim Novak'ınki gibi bir kedisi, ayrıca şiddet dolu bilgisayar oyunları tasarlayan bir şirketi var. Etrafındaki bütün erkekler (tecavüzcü, baba, oğul, sevgili, yanında çalışanlar vb.) sersem ya da sersemce sinsiler. Bütün kadınlar ise (anne, en iyi arkadaş, gelin vb.) onun gözünde son derece saydamlar ve onların da Michèle’i apaçık ‘okudukları’nı söylemek mümkün. Bütün bunlar karakteri görünürde femme fatale nitelikleriyle donatsa da kartondan bir figür yapmıyor. Tam tersine sinemadaki belki de bütün tuhaflıklarını kuşanmış ender kadın karakterlerden biriyle karşı karşıya olduğumuz için bizde hem şaşkınlık hem bir derinlik duygusu uyandırıyor. Gecesi ile gündüzünü bir arada yaşayabilen bir ‘Gündüz Güzeli’!
Michèle’in Gündüz Güzeli’nin Severine’ini küçümseyeceğini de düşünebiliriz gerçi. Ne de olsa, Severine yoldan çıkmayı iç gıcıklayıcı bulan cici bir burjuva eşti. Michèle ise günümüzde ayakları yere basan kadınlar için bağımsızlığın sadece ekonomik değil, kendini her anlamda gerçekleştirmekle ilgili olduğunu düşündürüyor. Tecavüz fantezisi ise tecavüz fantezisi, bilgisayar oyunuysa en cüretkarı, babaannelikse babannelik.
Elle zekice bir film. Michèle’in buyurgan cazibesine pabuç bırakmayan tek erkek, yakışıklı, sarışın, Tötonik (Rutger Hauer’den beri bir Verhoeven fantezisi?) bilgisayar oyunu tasarımcısı Kurt, Elle’in bir sahnesinde Michèle’in suratına şu cümleyi çarpıverecek: ‘Yaptığımız oyun figürlerinden memnun değilsin çünkü sen edebiyatla beslenmiş eski bir dünyadan geliyorsun!’ Michèle’in hemen bir cevap yapıştıramadığı tek suçlama bu. Doğru da aslında; Elle’in Michèle’inde Marquis de Sade’ın kadınlarından O’nun Hikayesi’nin kadın kahramanına, filmde adı geçen Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’inden sürrealistlerin esrarengiz dişilerine kadar bir sürü kadın fikri var. Kurt haklı.
Aynı zamanda Verhoeven’in bu filmi neden Amerika’da çekemediği, filmi gerçekleştirmek için Huppert’in sihirli dokunuşunu beklemek zorunda kaldığı da bununla açıklanabilir. Amerikalı kadın oyuncular politically correct’lik endişeleriyle filmin tecavüze yaklaşımından dehşete düşmüş olabilirler, filmin alttan alta konu edindiği Katoliklik ve cinsellik bağlantısı Protestan ve püriten tüylerini kabartmış olabilir. Ama bunlardan da önemlisi, Nicole Kidman’dan Diane Lane’e kadar hiçbirinin filmin ‘entelektüelliğini’ kavrayamamış olmaları da hayli mümkün. Huppert böyle bir film için sadece intelligent değil, intellectual bir aktris gerektiğinin canlı kanıtı gibi. Yukarıda sözünü ettiğim edebi kadın tasavvurlarının hepsini bildiğini sezmek ve nüanslarla oynayışını seyretmek gerçekten tatmin edici.
Tabii Kurt’un hoyratça erkek tavrında gizlenen bir şey daha var; bütün bu kadınlar az ya da çok birer erkek tasavvuru, ve Huppert oyunculuğunun ince mizahı bunu da zevkle deşifre ediyor. Verhoeven’in başarı ve güç, iktidarı elde edenlerin ve edemeyenlerin çekişmesi ile tarif edilmiş eğlenceli ama had safhada erkek dünyasını (Fatal Attraction, Starship Troopers, Showgirls) Michèle / Huppert pek yutmuş görünmüyor. Verhoeven’in ‘Yen ya da Yenil’ dünyasının bütün konularına adeta burnuna indirdiği gözlüğünün üzerinden bakan ve onları yeniden ‘tarif eden’ bir kadın oyuncu var burada; kariyer kadınlığından kurbanlığa, bilgisayar kraliçeliğinden kocasıyla yatsa da en iyi kadın arkadaşından vazgeçmemelere kadar, ünlü bir kurtizanın bir zamanlar kendisi için dediği gibi ‘komple kadın’, şahane ve entellektüel bir ‘bitch’.
FATİH ÖZGÜVEN