Pedro Almodovar’ın Julieta’sını gerçi küçük, ama tıklım tıklım bir salonda, bundan yirmi yirmibeş yıl önce bir Pedro Almodovar filmi seyretmeyeceklerini hatta bundan irkileceklerini düşüneceğim orta yaş ve üstü hanımlarla birlikte seyrettim. Melodram sevse de melodrama her zaman farklı bir gözle bakan İspanyol yönetmen bu kez tam da bu seyirciyle bir ortak noktada buluşmuş gibiydi. Sulh olmuşlardı. Perde ve salon birlikte ‘hisleniyorlardı’, deyim yerindeyse. Peki olan biten ne?
Filmde, müşfik hayat arkadaşı Lorenzo ile Portekiz’e gidecekken, Madrid sokaklarında geçmişten gelen bir tanıdıkla karşılaşıp yıllardır görmediği kızından haber alan Julieta, her şeyi bırakıp başka bir apartman dairesine taşınıyor, aldığı defterleri kızına hitaben, geçmişte olanların dökümüyle doldurmaya koyuluyordu. Tabii dolayısıyla bize de sesleniyordu. Hep beraber geçmişe, ana-kız ilişkilerinin tarihçesine, aile suçluluklarına dönüyorduk.
Pedro Almodovar, pırıl pırıl, gıcır gıcır, parlak renkli şeyleri, kamerasıyla onların üzerinde ağır ağır gezinmeyi, okşamayı sever. Eski ve döküntü bile onda pitoresktir. Julieta’nın kızına yazdığı satırları doldurduğu defterler de gıcır gıcır ve parlaktı, kamera onların yenilebilecek kıvamdaki kalın ve beyaz sayfalarını okşarken, Alberto Iglesias’in güzel müziği kavanozdan ağır ağır akan bal kıvamında kulaklarımıza doluyordu. Bütün evler zevkli ve şahaneydi. ‘Kötüce’ olanlarda 70’lerin saykodelik duvar kağıtları vintage zevkimizi okşarken, daha yeni olanlardaki sade beyaz kanapeler itiraza yer bırakmayacak zevklilikteydi. Filmdeki hemen her evde coffee table book tabir edilen kocaman sanat kitapları sehpa ya da raflarda gıcır gıcır duruyor, seyirciye bir kere bile okunup okunmadıklarını düşündürüyordu. Ya da, zaten okunmak için mi oradaydılar? Hakeza heykeller, biblolar da.
Almodovar filmleri, belki içine bir satır bile yazmayacakları defterlere, süs gibi seyredecekleri kalemlere düşkün kırtasiye meraklısı arkadaşlarımı hatırlatır bana. Ondaki, bazı kız çocuklarına ve gay erkek çocuklarına mahsus obje ve yüzey sevgisi, bunu gönüllü olarak itiraf edişi insanın içini şefkatle de doldurmaz değildir. Ama kimi filmlerinde bu parlak yüzey ve şıkır şıkır renk ortamında çok garip şeyler de olur. Abartının oluşturduğu kalın ve koyu tabaka alayın keskin ağzına yanaşır; gırtlaktan gelen İspanyolcalarıyla kadınlara ilan-ı aşk eden buram buram Latin erkeklerle ilgilenen başka erkekler vardır, ya da hisli fakat derbeder anne rolü transseksüel bir oyuncu, anne yarısı transseksüel teyze rolü ise biyolojik olarak kadın bir oyuncu tarafından canlandırılır. Bunda da hiçbir beis yoktur. Julieta ise güzel kadınlar, onlardan da güzel ve müşfik erkekler, birbirlerini aynalayan Alzheimerlı anneler ve yatalak eşler, meleksi ama fevri genç kızlar, içlerinde balıkçıların, sanatçıların, mimarların, öğretmenlerin oturduğu birbirinden zevkli ya da şirin evler, tutkulu aşklar, yanlış anlamalar- anlaşılmalar- anlaşmalar, reddedişler, affetmeyişler, sonunda affedişler-affedişler ile dopdolu. Ve bunu yaparken de zerre ‘şaka’sı yok.
Julieta’da eski Almodovar’dan kalma bir şey varsa o da nev-i şahsına münhasır bir glamour diva’sı olan Rossy de Palma’nın, inadına kaknem bir kadın olarak canlandırdığı hizmetçi rolü. Sinemada genç yaşlarında bile berbat biçimde ihtiyarlamaktan kaçınmayan, bunu bir meydan okuma sayan Bette Davis gibi oyunculara mahsus, pervers bir glamour bu tabii. Ayrıca yönetmenin eski filmlerinde en kanlı canlı, cazip, aşırı rolleri oyuncuları zevkle çirkin, tombul ya da sadece ‘normal’ görünüşiü oyunculara oynatmakta sakınca görmeyen, bundan neşe derleyen eski Almodovar dünyasından kalma bir parça. O zamanlar, Almodovar’ın da öncülü olan Fassbinder gibi bir ‘ekibi’, bir ‘çete’si vardı ve Rossy de Palma koskoca burnunu bu dünyaya büyük bir zevkle sokardı.
Julieta’nın fotoromanla ev dekorasyon dergileri, beyaz dizilerle geçmişten gelen sırları ifşa eden reality şovlar, soft porn’la fotoroman arasında sarsıla sarsıla ilerleyen akışında ise bu burun başka birşeye daha işaret ediyor; Hitchcock’un ünlü Gotik melodramı Rebecca’daki kahya kadın Mrs. Danvers’i canlandıran Judith Anderson’un da tıpkı böyle bir burnu vardır. Rossy de Palma karakteri, hem Mrs. Danvers’in bir karikatürü, hem Mrs. Danvers kadar entrikacı, onun gibi olayların trajik bir yön almasına yarayan bir karakter, hem de sinefil seyircinin adını koymadan edemeyeceği kadar ‘Melodram: Giriş Buradan’ anlamı taşıyan bir yol işareti. (Nitekim Uluslararası Sinefiiler Derneği Julieta’yı 2016’nın en iyi filmi seçmeden edememiş.) Ama bu tek yol tabelası bizi çok da uzağa götüremiyor. Bir burunla bahar olmuyor.
‘Dümdüz bir melodram çekeceğim, kime ne!!!’ diye dellenmek de, hele bu kadar ünlü bir yönetmen sözkonusu ise, elbette mümkün. Ama gene melodramlardaki tövbekar olmuş ‘gecelerin kadınları’ taşındıkları yeni, temiz muhitlerde çok geçmeden nasıl faça verirlerse, ya da vermeleri beklenirse Almodovar aşinası seyirci de burada bir Almodovarlık, bir espri, bir üst bakış, bir fark bekliyor. Şunu demekle avunabilir belki bu seyirci; filmdeki bütün bu ‘dümdüz’ aşırılıkların oluşturduğu ihtiras ve vicdan azabı dünyası o kadar yoğun, o kadar in your face ki, filmin genel manzarası o kadar mükemmel, neredeyse yakışıklı balıkçının bülbül yuvası evinin mutfak penceresinden görünen deniz manzarası kadar mükemmel ki, Almodovar bize kusursuz bir melodramın kusursuz pastiche’ni yapıyor olabilir… mi… acaba? Borges’in Don Quixote Yazarı Pierre Menard’ı kıvamında bir şey.
Böyle dertleri olmayan seyirci ise, Julieta’yı ‘artık yapılmayan türden’ bir melodram olarak seyredip, olsa olsa ‘biraz sanat filmi, bazı yerlerde aşırıya kaçmışlar, ama güzeldi’ deyip bilet parasının karşılığını almış hissedebilir kendini. Ne de olsa Almodovar, Annem Hakkında Her Şey’le, Volver’le, Konuş Onunla’yla, Kırık Kucaklaşmalar’la bu aralığı genişletip ‘melodram üzerine çeşitlemeler’den ‘tıpkısının aynısı’na köprüler atmış, o seyircinin bir kısmını tavlamış ve kendisine popüler ticari sinemada da bir alan açmış olabilir.
Pes etmez Almodovar hayranları da aynı durumu, bu sefer farkında olarak, sevebilirler: ‘A tıpkısının aynısını yapmış bu sefer de!’ Ama ben gene de onun ara sıra sinir krizinin eşiğini aşıp sinemasında yarattığı mükemmel çatlakları, İçinde Yaşadığım Deri ya da Kötü Eğitim gibi zurnasına zırt dedirttiği filmleri daha çok seviyorum.
FATİH ÖZGÜVEN