Fatih Akın’ın Almanca orijinal adı beklenmedik derecede şairane (‘Hiçlikten’ ya da ‘Hiçten’ gibi bir buluş) Paramparça’sı (20) doğrusu listemin en sonundaki film. Tam başarı değil ama ‘onurlu bir yenilgi’ sayılır. Fatih Akın, daha çok birer vicdani borç ödeme gibi olan, aslında kendisine uzak meselelerden bahseden son birkaç ‘mesele’ filminden sonra, bildiği ortama, Almanya’daki Türkiyeliler arasına dönüyor ve onlara yönelik neo-Nazi ırkçılığı ele alıyor. Hem de Türkiyeli bir karakterle evli, üstelik klasik bir anne ve eş olmayı reddeden Katja Şekerci üzerinden ilerleyen ‘intikam meleği’ hikayesiyle… Diane Kruger bu rolde harikulade, özellikle de mahkeme sahnesinde. Gelgelelim, işin içine Alman polisi, birbirlerinden haz etmeyen Türkiyeli ve Almanyalı kayınlar derken Yunanistanlı neo-Naziler’e kadar herkes giriyor. İbre Türk-Yunan karasularına doğru ilerlerken Akın çareyi filmin sonundaki treyleri kadın kahramanıyla birlikte havaya uçurmakta buluyor. Bir anlamda ‘içinden çıkamadığı meselesini’ de havaya uçurarak…
Lynne Ramsay’e Kevin Hakkında Konuşmalıyız’dan bu yana çoğu seyirci gibi ben de bayılıyorum; kıvrak sosyolojik zekasına hayran olmamak, günümüz politik doğruculuklarının temeldeki meseleleri çözmediği, alttaki pis kokunun üzerine deodorant sıkmaktan ibaret olduğu yolundaki sinsi inancını paylaşmamak elde mi? You Were Never Really Here (19) ise insana meşhur bir sinema klişesini, Arletty’nin Hotel du Nord’un bir sahnesinde ‘atmosfer! atmosfer!’ diye yakınışını hatırlatıyor. Elbette, bu baştan aşağı atmosfer, üslup ve Joaquin Phoenix olan kiralık katil- intikam meleği hikayesinin bir top nefis kumaş gibi şakır şakır açılarak önümüze serilişini, ayrıca - mesela - Fatih Akın’ın filminin tam tersi olan zekice ve beklenmedik sonu için sevmek mümkün. Zaten onun için de sevdim- ama, gene de, yani, Kevin…’den sonra….
Yönetmeni James Wan’ın adını ilk defa duyuyorum. (Önceki filmleri arasında görünen The Conjuring’in hayranları olduğunu hayal meyal hatırladım.) Film çıkışından şu ana kadar 67 milyon dolar hasılat yaptı diye de küçümseyemeyeceğim. Aquaman’in (18) en güzel tarafı günümüz masal/ distopya ütopya/ ‘bütün efsaneler kardeştir’ sinemasının en yaratıcı, en bezekli buluşlarına sahip olması. Herkesin saçlarının denizaltında - gerçekten - ahenkle dalgalandığını, deniz atlarına ya da timsahlara binmiş sualtı ordularının Barok heykelcikler kadar üzerinde çalışılmış, emek sarfedilmiş şeyler olduğunu, Yunus Peygamber efsanesinden ‘oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir’e kadar bir çok bam teline dokunduğunu söylemekle yetineyim. Meğer suyun altında bir dünya varmış gerçekten. Özellikle kimi sahnelerde o saçma gözlüğü taktığınıza değiyor.
Kardeşlikten- karındaşlıktan şimdiye kadar bizim filmlerde olmadığı biçimde bahseden bir film de Murat Düzgünoğlu’nun Halef’i (17). Bu beklenmedik filmde, bir çeşit Habil’le Kabil hikayesi var. Kardeş ve hayalet-kardeş, kardeşlik iddiasındaki inatçı Öteki, belki tersinden bir Yusuf ve Kuyu hikayesi. Aslında erkeklerin hemen tuzla buz oluveren kendine güvenlerinden, muhayyel ‘kendi dünya’larından, kesinkes emin olamadıkları ‘ben’liklerinden dem vuran Halef, yıllardır sinemamızı uğraştıran Tarkovskiyen ‘şey’i sadece bir atmosfer değil, mistik bir bilmece olarak da kavrayan ilk film olabilir. İsmet Özel’in dizeleriyle söylersek: ‘…ölür kuyuya düşen çocuk/ çocuğun mercan saati çatlar mutlaka…. niçin niçin niçin/ kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin’ Düzgünoğlu’nun bundan önceki filminin - olmamış bir filmdi - adı NedenTarkovski Olamıyorum?’du. Bu kez olmuş.
Bir kardeşlik filmi daha. Emre Erdoğdu’nun Kar’ı (16) Bu sefer üvey kızkardeşini aramak için yollara düşen erkek çocuğun hikayesi- olup bitenler biraz ‘olabilemez’, karakterler biraz fazla kontrast gibi sanki, ama filmin tonu duygusal, naif, tatlı. Kar’ın güzel bir tarafı da öfkeli, ergen, küstah gençlik filmlerinin artık pek görülmediği sinemamızda tam da öyle bir film olması. Hikaye, olup bitenleri sonuna kadar ‘düşünerek’ muhtemel sonuçlarına, en uçlara kadar götürüyor. Ve orada sıçrayarak uyanıyor. Bu kadarı için bile sevilebilir aslında.
The Florida Project (15) Amerikalı yönetmen Sean Baker’in toplu konutlarda, toplumun kıyılarında geçen anne-kız, komşuluk, dayanışma vb. hikayesi. Baker, filmin anlattığı gri ‘gerçekleri’ sinematografisiyle lolipop renklerine boyayarak yeni bir şey yapıyor. Filmlerin görünüşünün de içlerindeki durumların da kesinkes renkleri olmadığını ya da renk paletinin hep önceden belirlenmiş olanlara benzemesi gerekmediğini farzeden bir film. Aquaman’de kocaman bir rolde oynayan Willem Dafoe bu filmde de bir yan rolde; Dafoe’nun rol seçimlerine güvenmek gerekir.
Mr. Gay Syria (14) sinemalarda oynadı mı oynamadı mı diye hafızayı yoklamayı gerektirecek kadar hızla görünüp kayboldu. Oysa çok sevimli bir belgeseldi. Avrupa’da bir ülkeye vize beklerken bir yandan da İstanbul’da kuaförlük yapan, arkadaş çevresi ve geleneksel kimliği arasında sıkışıp kalmış, ama gündelik eğlence rızkından da asla feadakarlık etmeyen gay Suriyeli sığınmacı Hüseyin’in hikayesi; ara sıra gergin, arasıra camp, çoğu zaman Ortadoğulu ama konusuna karşı hep müşfik… Sık karşılaşılmayacak bir denge. Ayşe Toprak’ın ilk sinema filmi.
Bir A Star is Born’a (13) daha gerek var mıydı diye sorulabilir. Anlaşılan varmış. Bradley Cooper’ın versiyonu zirveye giden yolla dibe inen yolda karşılaşan aşıklar hikayesinin belki de en gerçekçi yorumu. Bir aşkın ara aşamalarında hem nasıl yüce gönüllü hem de nasıl basbayağı kötü kalpli olunabileceğini, bunun da aşk denen şeyde kaçınılmaz olduğunu görmek için seyretmeli. Arasıra Barbara Streisand’ı andıran Lady Gaga harika, başrolde de oynayan Cooper da. Matthew Libatique’in yetmişlerin sosyal melodramlarının duygusunu taşıyan görüntüleri de öyle.
Call Me by Your Name’e (12) temel itirazım iki erkek arasındaki aşkın hep güzel şeyler, güzel sanat eserleri, güzel kitaplar, güzel yaz günleri en önemlisi de güzel insanlar arasında geçerse şahane, ulvi, ‘eski Yunana layık’ bir şey olacağı varsayımı. Yönetmen Luca Guadagnino’nun böyle bir güzellik rejimine inancı var maalesef. Gene de bir İtalyan kasabasının meydanında, bir Rönesans çeşmesi başında, gün ortasında iyice dayanılmazlaşan arzuyu, buluşmaya kadar geçen saatlerin seneler gibi sürdüğü hissini anlatışın hakkını vermek lazım. Bir de Timothee Chamelet’nin tutkuyu bu kadar derinden ifade edebilmesinin.
Gustav Möller’in Den Skyldige / Suçlu’su (11), sinemasına dair az şey bildiğimiz Danimarka’dan bir polisiye gerilim. Tüm filmin iki odada, neredeyse tamamen kahramanın yüzünde geçmesi elbette bir tour de force. Ama yapılmamış şey de değil. Tom Hardy’li Locke da benzer bir şeyi başarıyordu. Suçlu’nun asıl başarısı kahramanını iki odaya hapsettiği gibi seyirciyi de perdeye hapsedebilmesinde. Bunu sadece vicdanla ilgili bazı basit sorularla yapıyor. İyilik yapmak istiyoruz, peki, ama kendimiz ne kadar iyiyiz? İyilik yapmak için çıktığımız yolda önce insanları iyi ya da kötü olarak yargılamak eğilimindeyiz ama kendimizi de gerçekten yargılayabiliyor muyuz? Sonuç olarak da; büyük yargıların (ve önyargıların) heyecanı bizi saf adalete götürür mü? Yüzünü görmediğimiz insanların telefonlarının tıkırtıları, hışırtıları ve çıtırtıları eşliğinde.
(*) Bu yazı, sinema yazarları olarak topluca el verdiğimiz, önce Arka Pencere’nin matbu versiyonu, şimdi de Se7en olarak yayın hayatına devam eden derginin - kaçınılmaz - sene sonu listesi talebi üzerine hazırlanan yirmi filmlik liste hakkında etraflıca bir şeyler söylemek isteğinden doğdu. Uzun süredir ekranella’ya da bir şeyler yazamamıştım, iyi oldu.
FATİH ÖZGÜVEN
Yazının ikinci kısmı, listenin ilk 10 filmi