Ardarda iki ‘gençlik filmi’ girdi vizyona. Biri çok gençlerle ilgili, diğeri biraz daha geçkince gençlerle. Birincisi, Kar, belli ki bir ilk film. Fütursuzca, gözü kara bir edayla taşra ve taşrada gençlik hikayesi anlatıyor. Kullanılan maddelerin çeşitliliğinden başınız dönebilir, lise ortamını anlatışını o yıllarınızı hatırlayarak gülümseme ve dehşetle seyredebilirsiniz. Filmde Mavi Dalga’dan bazı yüzler de var; ama Kar’da cici çocukluk dozu epey aşağılarda, hırtlık, tatlı ekşi serserilik, sonuç olarak çıkışsızlık ve hüzün dozu ise epeyce yukarılarda. Kar, aynı adamın bir zamanki metresinden olma kızı ( ‘annem profesyonel metrestir’) ile nikahlı karısından olma biraz naif, biraz ‘sınıfın ineği’ rolündeki oğlunun karşılaşmalarının hikayesi. Kar’ı, her şey bir yana, bir orta sınıf erkek çocuğunun kalkıp Antalyalara gidip babasının metresinden olma ablasını arayıp bulma hikayesini ciddiye aldığı için sevmek mümkün. Demek hala böyle tatlı, saf şehirli fareler var Lafonten masalındaki gibi. Taşralı fareler de daha feleğin çemberinden geçmiş (havasında) olmakla beraber, sonuçta aynı masumiyeti paylaşıyorlar. Kar, cinsiyet, ideoloji, inanç, ‘saflık’ ve ‘serserilik’ gibi parametreler üzerinden birbirinden ayrı düşmüş, görünürde birbiriyle sulh olmamaya yemin etmiş kardeşlerle dolup taşan sevgili, yalancı memleketimizin dokunaklı bir resmi olmaya soyunduğu için iç burkucu geldi bana. Herkesin ‘huzur’ aradığı, gençlilerin yaşlı olduğu bir kayıp yer. Sertliği, külyutmazlığı, kabadayı havalarıyla bazen babasının elbiselerini giymiş, takma bıyık takmış bir oğlan çocuğu sevimliliğindeki Kar, sonuçta olayı kardeşlikte bağlıyor, hem de tehlikeli bir yerde; iki kardeş kardeşliğin olası sınırlarına gelip dayanıyor ve de orada ayılıyor ve ayrılıyorlar. Doğrusu istenirse bizim sinemada görmediğimiz bir cür’et var bu sonda- filme ‘görün bakalım, işte bu kadarına dahi varım’ fiyakası hakim olsa da.
Kelebekler ise, çok genç yaşta taşradan çıkıp şehir ortamına düşmüş, Cihangir Oblomovumsu- ciksimsi- ya da ecnebimsi kimlikler edinmiş, seksenlerin devamı doksanlı yılların pro-hipster ‘nimetleri’ni tatmış, mizah duygularını Friends ya da bilmediğim benzer dizilerden edinmiş otuzumsuların hikayesi. Bu çocuklar da öteki evlatlar kadar öksüz, hatta belki ayrıca köksüzler. Ustaoğlu’nun Pandoranın Kutusu’nu andırır biçimde, babalarından gelen bir telefon üzerine, birbirlerini birbirine benzemez hayatlarından çekip çıkarıp bir otomobile doluşarak babalarının köyüne yollanıyorlar. Onların belirleyici yönleri şehirde (ya da ‘köy olmayan yerde’) edindikleri nevrotiklikleri, o nevrotiklikten üreyen alaycılıkları, alaycılık ile içtenlik arasında gidip gelen ‘haller’i. Karakterleri canlandıranlardan sadece, beklenebileceği üzere, Bartu Küçükçağlayan gerçekten biliyor/ seziyor bu hal’i. Nitekim hala entel-popüler hafif Türk müziği dinleyen samimi, retro-Türk ağabeyine ‘bunca yıldır Avrupa’da mıydın yoksa komada mı?’ diye sormak da ona düşüyor. Senaryoda ise senaryoya veriyoruz puanı, doğaçlama ise oyuncuya. Her halükarda filmin tek iyi esprisi. ( Belki filmin sonu hariç, ama o başka konu).
Oysa aynı oyuncu, aynı zamanda ‘devrilen kamyondan dökülen barut çekirdeklerini yiyen ve dolayısıyla ara ara infilak eden’ kümes hayvanlarının kan ve iç organlarını uzunca süre suratında taşımak zorunda da kalıyor ki, bu da filmin ‘bakın en beklemediğiniz yerden espri devişiriyorum’ şekli mizahının taşıyıcısı olmak demek. Zor, uzun, zahmetli - ve sonuçta nafile - bir taşıyıcılık. Bir kardeşin Almanya’da amatör astronot olduğu, kız olanın içince bar pavyon dağıttığı bu mizah dünyasında sadece akıl almazlara gülmek değil, köyün de önceden kestirilmez komik karakterlerle dolu olduğunu kabul etmek durumundayız, ayrıca. İnancı konusunda şüpheleri olan imam, filmdeki tek akl-ı selim sahibi kişi olan, muhtarın komik ve itirazcı hanımı da filmin Absürdistan’ının memleket sahasına yayıldığına inanmamızı istiyorlar: ‘Hepimiz Absürdistan’da kardeşiz, buna inanınız’.
Buna inanmamızı istemekte hiç sakınca yok aslında ve/ ama, keşke, bunu talep edenler bir Yozgat Blues filmi ya da Gölgesizler romanı tadı tuttursalar. Talebe karşı bir arz da olsa, filmin öykünmeye çalıştığı Jarmusch/ Coenler modu, tabir yerindeyse in your face komedi şirazesine otursa… Absürdistan kendi kurallarıyla işlese de, velev ki başka memlekette imiş gibi ya da burası bildiğimiz yer ama bambaşka görünüyor’a ikna olmamız isteniyor olsa. İşte Kelebekler’de bu hiç olmuyor; ‘babam bizi sevdi mi’, ‘annemi yeterince öpüp koklayamadım’, ‘kendini asan annemin yanındaki ip kimin içindi?’ gibi en gözü yaşlı, her- ailede-ne- kalpkırıklıkları-var tipi sırlar kutusu açılıp saçılınca, sırlar etrafta öylesine uçuşunca, hele buna eşlik eden de rakı olunca, gerçekten neredeyiz ve istenen nedir, bilmiyoruz. Böyle örnekler vesilesiyle, diyelim ki Yeşilçam’ın ‘dibi’, Urfa-İstanbul ve Beşikteki Miras’ın (*) atipiklik arayışındaki sahiciliklerini (ya da tersi) gerçekten bir kere daha hayırla ve hayretle anıyoruz.
En belirgin ifadesini Onur Ünlü filmlerindeki mekanik mizahta bulan bu ‘en beklenmedik olanı yaparsak çok komik olur’ anlayışı, bu ‘helva demekten gına geldi, ille de ve mutlaka halva diyelim’ yaklaşımı Kelebekler’e de baştan aşağı hakim. Yönetmenin ilk filmi benzer bir absürd mizah eskizi idi. İkinci filmi Sarmaşık ise, bir çeşit sert erkek hikayesi. İkincisi ile üçüncüsünü birbirine bağlayan ise canlı oyuncularla çekilmiş filme dijital bir müdahale, bir çeşit fantastik ilmek atma arzusu oluyor. Kelebekler’de perdeyi dolduran kelebekler, çok güzel bir etki yaratmakla ve Sarmaşık’da filmin kişilerini sarıp sarmalayan bitkilerden daha yerinde olmakla birlikte bir ilkokul defterini dolduran süsler gibiler bir yandan da; çocuksu süs.
Kelebekler, itiraf etmeli, masallara, ata ve dede yadigarı hikayelere birden ters köşe yaparak bizi güldüren bir anekdotla sona eriyor. Ama bu ani nüktedanlık da bizi filmin meselelerine tuhaf bir biçimde bağlıyor. Bağlamıyor daha doğrusu. Kar’daki biraz idealize çizilmiş ve acemice oynanmış delikanlı bile babasına yumruk atarken daha inandırıcı; Kelebekler’deki son sahnenin ise kime, niye ve ne yoluyla bir yumruk çaktığı belli değil. Yoksa sadece Onur Ünlü tarzı ‘halva’ mı deniliyor? Korkarım ikincisi.
FATİH ÖZGÜVEN
—————
(*) Urfa-İstanbul ve Beşikteki Miras, bu konularla ilgilenen seyirci tarafından dvd formatında keşfedilen, hatırladığım kadarıyla birbirinin devamı olan, 1968 ve 1969 tarihli - adına öyle denilmemiş - iki ‘yol filmi’dir. Yönetmen Nuri Ergün’ün filmlerinin ilgi çekici yanı bir zamanlar Türk ‘auteur’ yönetmenlerinin kapıldığı (80ler gibi) ’yol filmi’ çekme hummasına 60lardan ve Yeşilçam içinden verilmiş bir cevap olmasıdır. Ahmet Mekin- Muhterem Nur- Kadir Savun- Münir Özkul ve Yeşilçam’ın diğer aktörlerinin rol aldığı bu kamyoncu hikayesi, arabesk, yol filmi, melodram, Demirkubuz sosyal gerçekçiliği gibi birçok unsuru bir araya getirir. Türk sinemasında başka bir yerden imrenilerek yapılmış ya da öyle duran filmleri gördüğümde hep bu iki filmin gayretkeş olmayan, rahat, bir zenaatın içinden kendiliklerinden çıkmış halleri aklıma gelir. Peşinde koşulan tür ya da arzulanan ne olursa olsun. Kelebekler’i andıran ve aynı rahatlıkta bir Yeşilçam filmi ise aklıma gelmiyor. Gelse zevkle anmak isterdim.
—————
Künyeler:
Kar (2017)
Senarist ve yönetmen: Emre Erdoğdu
Oyuncular: Hazar Ergüçlü, Halil Babür, Ozan Uygun, Doğaç Yıldız, Nazlı Bulum
Kelebekler (2017)
Senarist ve yönetmen: Tolga Karaçelik
Oyuncular: Tuğçe Altuğ, Tolga Tekin, Bartu Küçükçağlayan