Agnes Varda, yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana sinemada bir anomali olmayı seçmiş yönetmendir. Her şeye tarih düşenler, 1955 tarihli ilk filmi Le Pointe Courte’un (Fransa’da bir balıkçı kasabasının adı) Yeni Dalga’yı başlatan film olduğunu söylemeyi severler. Daha sonra hep uğraşacağı, bir ona bir buna yanaşacağı dokümanter ile kurmacanın bir karışımı olan bu filmin Rossellini tipi Yeni Gerçekçiliği (mesela Stromboli) Yeni Dalga’ya bağladığını söylemek daha doğru olur aslında. Ki bu da gerekli bir geçiştir; Yeni Gerçekçiliğin toprak ve insan’ından (ayağı yere basmalar, toplumsala vurgu) Yeni Dalga’nın hava ve insan’ına (havailikler, şahsi hikayelere vurgu) geçiş, birincisinin toprağını havalandıracaktır, ikincisinin de zamanı gelmiştir diye düşünülebilir.
Varda, daima kendine özgü baktı hayata; bazı konuların hikaye olarak anlatılabileceğini ama extra bir hayat-gibi’liğe ihtiyaçları oldugunu ( 5’den 7’ye Cleo, Vagabond) hissetti. Bazı diğer konuların ise hikayeleştirilmeye direnen sınırları olduğunu, bu sınırlar aşılırsa filmlerin ‘cici’ olabileceğini ya da kurmacanın onları kapsayamayacağını hissetti. Mesela toplama ve biriktirme tutkusu üzerine olan Les Glaneurs‘de (kabaca Seçip-Toplayıcılar gibi bir şey) dokümanterde ısrar eder. Belli ki tadından yenmez bir eşya biriktirme tutkusu filmi yapmak yerine meselenin yanına yöresine bakmanın daha önemli olduğunu düşünmektedir. Varda, kendinin tam tersine parlak renkli, tamamen sahnelenmiş müzikaller yapmayı seven kocası Jacques Demy’yle birlikte gittiği Hollywood’da artistlerin hayatlarına ve parti ortamlarına bakan ilk filmlerden biri olan Lions’ Love adlı docudrama‘yı da yaptı mesela. Docudrama lafı yoktu o zamanlar; Varda da zerrece ilgilenmiş görünmez bu ayrımları betimleyen sözcüklerle. Cinema-verite (bir nevi yoğunlaştırılmış dokümanter), docudrama, kurmaca film; aldırmadı, daldı sinemaya.
Öte yandan, filmlerinin herhangibirine mockumentary der miydi, ya da öyle bir film yaptı mı? Sanmıyorum. Mockumentary, dokümantermiş gibi yapan bu kurmaca film janrı (son ilginç örnek Ben, Tonya olabilir) Varda’nın ne de olsa yirminci yüzyılın bir çocuğuna ait hümanist- sol yüreğini daraltabilirdi. O, mesela, pek lezzetli Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’ni kalpsiz bulurdu.
Çünkü Varda’da kalp, bazen gizli bazen daha açık biçimde her şeydir. Bu düsturun, hayal gücünden yoksun bir biçimde izlendiğinde, ne kadar banal sonuçlar verebileceğini bir düşünün. Oysa ilgiyle, samimiyetle peşinden koşulduğunda tam tersi de olabilir. Varda’nın, ‘kalbi nereye düşerse kamerasını oraya doğrultan ve orada başka kalpler bulan’ sinemasının temeli bir, samimiyetidir, iki, genç insanları ve yenilikleri hep merak etmesidir, üç, belki de en önemlisi yeni sinemanın özelliği olan ‘janr melezliği’ni içten içe hep benimsemiş olmasıdır.
Mekanlar ve Yüzler / Visages, Villages, Varda’nın hem tatlı, hem de Vardaizm’in çelişkilerini tatlı biçimde içinde barındıran filmlerinden biri. Çektiği fotoğrafları dev boyutlarda büyüten genç bir fotoğrafçıyla JR'la tanışan Agnes Varda, onun kamyonetiyle birlikte Fransa taşrasını turlamaya çıkar. Hedef, taşradaki bir çok yüzü çekmek ve (kamusal sanata prim verme eğiliminde yerel yönetimlerin de himmetiyle) bu dev fotoğrafları şehir merkezine, şahısların iş yerlerine, yıkılmaya yüz tutmuş binaların yüzeyine vb. yapıştırmaktır. Böylece orada yaşayan sıradan vatandaş, belli olmayan bir süreliğine kendi mekanının ‘yüz’ü olacaktır (artistlerin makyaj markalarının yüzü olmaları gibi), hatta bir nevi yıldız. Fotoğraf için olduğu kadar sinema için de bir metafor; Varda’nın filminin yıldızları yerel barmaid’ler, çiftçiler, işçiler, onların görünmez - ama aslında aynı sektörde çalışan - eşleri, renkli yersiz-yurtsuzlar vb. olacaktır. İşin içine işine çok geçmeden kişisel tarih ve farklı hikayecikler de girer; sevdiği bir oyuncu/fotografçının dev çıplak fotoğrafını sahilde II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir bunker’a yapıştıran Varda, ertesi gün med-cezir’in fotoğrafı silip götürdüğünü görecektir. (Yanındaki genç fotoğrafçı dostu, “İtiraf et Agnes, çıplak erkekleri seviyormuşsun demek ki,” diye iğneleyecektir onu.) Ya da Varda kendi ayak parmaklarını bir tren katarı üzerine yapıştırmanın parmakları bir yolculuğa çıkaracağını düşünmektedir. (Dev fotoğrafa bakan bir işçi “Gerçekten de küçükmüş ayaklarınız,” diyecektir, ki öyledir, Varda da öyle olduğunu düşünmektedir, herkes bir olguda buluşur, fotografik imge, yönetmen ve amatör seyirci.)
Filmin esası görüldüğü gibi kalptir. İnsanları ortak bir duyguda, ya da ortak bir duygudan yola çıkan bir girişimde birleştirirseniz, gerçekten birleştirmek istiyorsanız onların bu çağrıya sorgusuz sualsiz koşacaklarına duyulan inanç. Bunun için bir turneye çıkmaya kuşkusuz değer. Varda da zaten ayağına üşenmemesiyle ünlüdür.
Agnes Varda’nın - en azından bu filmde - anlamaktan yana olmadığı şeyler arasında ise modern, modern sonrası, post-truth, adına ne derseniz deyin, günümüz dünyasında insanın sadece yalnız olduğu değil, yalnızlığını bir savunma aracı, bir meşale gibi yedeğinde taşıma eğiliminde olduğudur. Filmin leitmotiflerinden biri Varda’nın fotoğrafçı genç yoldaşının kara güneş gözlüklerini asla çıkarmamasıdır. Varda için, banalce söylersek, ‘gözler ruhun aynası’dır. Belki de - tersinden - genç fotoğrafçı için de öyle. İster cool bir tavır, ister bir farklılık isteği, ister ruhunu kendine saklama, her neyse, delikanlı gözlüklerini asla çıkarmayacaktır.
Varda ona gözlüklerini asla çıkarmamasıyla ünlü, ama bizzat kendisinin çektiği bir film içinde filmde, bir sessiz film parodisinde bir anlığına da olsa çıkarıp güzel miyop gözlerini gösteren (*) ünlü bir arkadaşından bahseder; Jean Luc Godard. Kaldı ki bu ünlü münzevi, kimselerle görüşmeyen, hiçbir festivale gitmeyen, ara sıra film çeken ünlü ‘yalnız’, Varda’yla Godard hayranı genç fotoğrafçı dostunun kat’etmekte oldukları hat üzerinde oturmaktadır ve eski arkadaşı Agnes Varda ondan bir randevu koparabilmiştir; ‘eski günler, eski günler…’
Öyleydi, böyleydi derken… neyse spoiler vermeyelim. Sadece bu filmdeki karşı ağırlığın, karşı tezin, sinemanın ünlü siniği, kültürün aldığı bütün dönemeçleri koklamış, her biri üzerine fikirlerini söylemiş ama sonuçta hiçbirini de beğenmemiş biri olan Jean Luc Godard olduğunu söylemekle yetinelim. Varda’nın romantizmine karşı Godard; Varda’nın kalbine karşı Godard’ın gözlüğü. Ama, durun bitmedi, bu Agnes Varda’nın filmi; bir gözlük inmezse öteki inebilir, görüntü flu da olsa. Eh, uzlaşmalar çağı; coşkun bir kalp bile uzlaşmalara razı olmalıdır.
FATİH ÖZGÜVEN