Godzilla II, türlü canavarlarla zenginleştirilmiş bu yeni versiyonunda gene bildiğiniz havada; ‘…çekirdek aile yıkıldı mı yıkılmadı mı’? Ana akım canavar, yaratık ve felaket filmlerinin tek dertlerinin bu olması, malum mitolojik motiflerin bile tadının artık pek çıkarılamaması, üzerinde konuşmaya dahi değmeyecek bir konu. Mommy, Daddy ve çocukların ta kendilerinin - ilginç bile olmayan - birer canavara dönüştükleri bu alemden bir şey ummamanız tavsiye olunur.
Öte yandan yaratıklarını ciddiye alan ve onları insanlaştırmak ile ‘oldukları gibi bırakmak’ salınımında gidip gelen bir film, İran asıllı yönetmen Ali Abbasi’nin Danimarka’da çektiği Sınır / Border hiç de böyle değil. Art house tabir edilen filmlerin daima ilginç olacağı ön koşulundan yola çıkıyor değilim, kaldı ki Sınır, spoiler verme pahasına söylersek popüler sinemanın da çok sevdiği bir figürden bahsediyor; troll’ler. Daha doğrusu onları ciddiye alıyor.
Sınır için troll figürü gerçek bir sınır fikrine denk düşüyor. Yarı insanlaşmış, fiziki bir sınır noktasında insanların ‘suç, öfke ve korku’larını koklayarak polis memurluğu yapan, suçluları yakalayan Tina karakterinden yola çıkan hikaye, insan olanla olmayan arasında - cinsiyeti de kapsayarak - bir ara dünya sunuyor. Doğanın sadece eldeğmemişliği değil yok ediciliği de söz konusu burada - örneğin, troller anladığımız kadarıyla yıldırım çekiyorlar ve yıldırıma karşı zayıflar - ve kahramanlarımız yüzyıllar önce boyun eğdirilmiş birçok halk gibi hem masumlar, hem de hınçlı, yırtıcı ve yerinde acımasız.
Tabiatın vahşi bir alem olduğu kadar el değmemiş bir idil olduğu fikri her konuya olduğu gibi tabiata da iki yönlü, muallakta bir bakışla yaklaşan Batılı Romantik hassasiyetin bir çocuğuydu; serin, gölgeli orman kuytuları kadar canavarlar, oynaşan periler kadar melankolik şairler hep bu ikiliğin ürünüydüler. Ama burada hep emin bir mesafeden, deyim yerindeyse bir tülün ya da bir perdenin ardından bakmak da söz konusuydu; hayalgücü… ‘Uyandık ve rüya bitti’.
Sınır’da tül ya da perde yok, belki de en ilginç tarafı bu filmin. Doğanın vahşi çocuğu olan iki kahramanımız, kendi gerçek doğasını keşfeden Tina ile kendi doğasını çoktan kabullenmiş ve ötesine geçmiş, solucanlarla beslenen Vore, bakir ve güzel bir dağ gölü kıyısındalarken Tina’nın ‘burada hep perilerin dansettiğini hayal ediyorum’ demesi üzerine Vore, gayet kendinden emin bir tonda ‘mutlaka etmişlerdir’ dediğinde filmin ana varsayımının içine dalıyoruz. Hayal ettiklerimiz, masal kahramanları, periler ve canavarlar hiç kuşkusuz ki… varlar. Oradalar. Ya da buradalar. Sınır nice korku filminin ya da fantastik filmin başarısının ya da başarısızlığının sebebi olan şeyi reddediyor; ‘tülü sıyır’- hatta daha doğrusu daha da aşırı bir şey, ’tül yok’!
Tülün olmadığı yerde cinsellikte de bir akışkanlık, insanoğlunu muhakkak ki endişeye düşürecek bir müphemlik var. Tina’nın perileri hayal etmesi ‘kadın’ oluşundan ileri geliyor, Vore’nin ‘gerçekçiliği’ de ‘erkek’ oluşundan ileri geliyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Yani ‘kadın’ ve ‘erkek’ olma meselesi hakkında… Sınır’ın en cesur sahnelerinden biri fallüs’ün fiziken ve mecazen, - üstelik de fallüs’ün bir filiz, bir sürgün kadar kırılgan ve zarif bir örneğinin - seyircinin gözleri önünde el değiştirdiği sahne. Gerçekten etkileyici.
O halde - gene insan buluşu olan - dramatik çatışma kurulsun diye Sınır, neden ya da nereden yararlanıyor? Tina ile Vore arasındaki ayrılık nerede baş gösteriyor? Çok tanıdık bir noktada; insana yakınlaşmış, bir ölçüde evcilleşmiş olma durumunda… Gerçekten de insan uygarlığı ile onun uzak ya da yakın sınırları çevresinde dolanan insan-olmayanlar arasındaki - varsa eğer, biz uydurmuyorsak - uzlaşma nereden kaynaklanıyor? Bir alışkanlıktan mı, mesafeli bir ateşkesten mi yoksa bir fırsat kollama aralığından mı? Kedileri düşünün… ‘Anlaşma’yı bir bozsalar. Ki her zaman da bozdu-bozacak gibidirler
Tabiata bir şeyler atfetme kadar ulusal kültürlere özellikler atfetme de sonuçta bir atfetme elbette; gene de yönetmen Ali Abbasi’nin Batı’nın kodlanmış (ve içi neredeyse boşalmış) hayal gücünden ötede bir noktada durduğunu düşünmemek elde değil. Batılı olmayan bir fantastiğin, mesela memleketlisi Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unun sinema uyarlaması Abbasi’nin elinden çıksa bu ne kadar ilginç bir şey olabilirdi. Diye düşünüyor ve susuyorum.
FATİH ÖZGÜVEN