Son günlerin popüler dizisi Feud’da çok beğendiğim bir sahne var. Bette Davis rolündeki Susan Sarandon, koca bir senaryo tomarını getirip yönetmen Robert Aldrich’in önüne atıyor ve ’Alt metinler istemiyorum, iyi metinler istiyorum!’ diye haykırıyor. Can alıcı nokta tam da bu. Genelde festival sineması, özelde Türkiye sineması seyretmek bazen kötü bir sandvici ısırmak gibidir. Dişler, zaten ince olan ekmek katmanlarını ve neredeyse yok gibi olan peynir katmanını hızla aşıp birbirine çarptığında fikrin ve alt metin sanılan şeyin enti püftenliği, projenin projeliği, senaryo workshoplarında geçirilmiş saatlerin ızdırabı diş köklerinizden geçip beyninizde çakar, ‘bir daha asla!’ diyesiniz gelir. İyi ki öyle demiyoruz, çünkü o zaman Ana Yurdu gibi filmleri kaçırırdık. Ana Yurdu SİYAD ödüllerinin hemen hemen hepsini aldı ve bugün (22 Mart 2017) Başka Sinema’nın özel gösteriminde yeniden görülebilir.
Filmler, hele iyi örnekler, onlar hakkında yazarken kendilerine uygun bir ton tutturmayı gerektirirler. Oysa, aslında koyu ve karanlık bir film olan Ana Yurdu’na mizahi bir giriş yapmakta sakınca yok. Bu da filmin kendi karanlık mizahından ötürü. Ana Yurdu’nu usandırıcı bir anne ile yazarlık sahasında iddialı kızı üzerine bir kara komedi olarak seyretmek pekala mümkün. Arka plana koro olarak birbirinden iyi oynayan yerel kadınları ve erkekleri, sahneleri genellikle birbirine bağlayan minareyi, köyün delisini, bozulan arabayı, onu bir türlü tamir etmeyen oto tamirciyi koyar, anneyi Demet Akbağ’a kızını Büşra Pekin’e oynatırsanız mükemmel bir BKM komedisi bile elde edebilirsiniz. Ana Yurdu’na verilen en iyi kadın oyuncu ödülünü kuşku yok ki birlikte hak eden Nihal Koldaş ve Esra Bezen Bilgin hikayenin sağladığı bütün bu komedi nüanslarına fazlasıyla hakimler. Üstelik yönetmen Senem Tüzen’le birlikte üç kişi ediyorlar ve bu durumda çok daha ötesine de hakimler.
Son zamanlarda sinemamızdaki kadın yönetmenlere hayran olmamak elde değil. İnsan ruhu denen bulamacın çok daha derinlerine inmekte ve karanlık suları karıştırmakta üzerlerine yok, oldukça fütursuzlar. (Bunu derken Köksüz’ü, Kasap Havasını da düşünüyorum.) İnsan ruhunun basbayağı bir construct, yapıntı olduğunu, her şeyin birbirine ayrıca sinsi sınıfsal-toplumsal-çevresel (istediğinizi seçin) tellerle de tutturulduğunu gözlemlemekte üzerlerine yok. Bu yönetmenler bir erkek fantezisi olan ‘kadın filmi’ yapmıyorlar, kadınları da erkekleri de anlatan filmler yapıyorlar.
Göbek bağını kesmek bir anne ile kızı arasında neden kendine özgü bir biçimde çetrefillli bir iş? Cevabı bilmiyorum, ama Ana Yurdu’nun konuyla ilgili verdiği ipuçlarına güvenmemek zor. (Özellikle hikayeyi anlatanların kendine güveni dolayısıyla, ki kendinizi bir yönetmenin eline bırakmanızı sağlayan en önemli şey de budur.) İnsan ilişkilerinde her zaman olduğu gibi, pis bir oyun var ortada, bu oyunun kahramanları nasıl birbirleri ile mücadele halindelerse aynı zamanda onları bu mücadelenin oyuncuları hale getiren kurumlar ile de, bilerek ya da bilmeyerek, savaş halindeler; aile, evililik, bekaret, cinsellik, din… Ve rekabet. Hayatta kalmak için kazanmak.
Ana Yurdu, bu oyunun Bergmanvari betliğine, Hanekevari hainliğine (ikisi de erkek yönetmenler) paha biçilmez bir şeyi ekliyor; korku… Anayla kızın giriştikleri mücadelede kaybetmek kadar kazanmak da korkutucu. Kaybetmek ne kadar anlık ve görece ise kazanmak da o derece görece ve korkunç. Böyle bir oyunda kazanan olmak ne demek? Genç bir yazarın romanını yazmak için kazandığı özgürlük nedir, sürekli mi ve nereye kadar? Annenin boşa geçmiş gibi görünen bir hayatı gerekçelendirmek ve sağaltmak için kat’ettiği alan ne kadar sahici ve kazanılmış bir yer? ‘Sarı bıyıklı adam’ onları birbirine bağlamaya yeter mi? Yoksa, ipleri elinde tutan anneanne mi?
Ana Yurdu, bu korku dolu rekabetin hikayesini çarpıcı biçimde canlandırmakla kalmıyor, açık etmesi insafsızlık olacak kadar cesur bir ‘son fikir’e de bağlıyor. İlla tür istiyorsanız, Anadolu Gotik denebilir. Kız çocuk, cüretkar bir biçimde eli arttırıyor, malum nalıncı keserini anası kadar kendisine de saplayarak ve kazanmak kadar kaybetmeyi de göze alarak ortak hikayelerine bir son ya da ‘son darbe’ hazırlıyor. Film bizi orada da terkedecek zaten. Bir kadın arkadaşımın dediği gibi filmle ilişkinizi ‘o son sahneye aldığınız tavır’ belirleyecek.
Ana Yurdu’nun sunduğu zevklerden biri, esaslı bir tanesi de bu filmi müthiş sıkı ve yoğun dokusu için seyretmek. Sadece görüntülerinin doygunluğunun verdiği zevk değil, karakterlerden birinin söylediklerine ötekinin verdiği tepkiyi konuşmayanın yüzünde seyretmek; sahnelerin lafı uzatmadan, neredeyse zalimce bir kesinlikle bir sonraki sahneye bağlanması; sahnelerin renk paletinde ve çerçevelemelerinde erkek yönetmenlerimizde sıkça görülen manzara fetişizminden eser bile olmaması…
Mamafih, özelde Ana Yurdu, genelde sarsıcı filmler yapan kadın yönetmenlerle ilgili bir endişem de, her zaman, var; ilk ya da tabir caizse ‘ana hikaye’ anlatıldıktan sonra arkasından başka hikaye gelmeyebiliyor. Ana Yurdu’nun yönetmeni de bizi böyle bir ‘bekleyiş’le üzmez umarım.
FATİH ÖZGÜVEN
Künye:
Yönetmen: Senem Tüzen
Oyuncular: Esra Bezen Bilgin, Nihal Koldaş, Semih Aydın, Fatma Kısa
Senaryo: Senem Tüzen
Yapımcılar: Olena Yershova, Adam Isenberg, Senem Tüzen, Barış Yıldırım
49. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) ödüllerinde En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu (Esra Bilgin Bezek), En İyi Yönetmen (Senem Tüzen), En İyi Senaryo dallarında ödül alan Ana Yurdu’nun dvd’leri satışta. Ayrıca filmi BluTv internet platformu üzerinden izlemek mümkün.