Albüm filmini çok merak ediyordum. Bunda afişin illüstrasyonunu yapan Cem Dinlenmiş’in etkisi vardı. Cem Dinlenmiş’in minik robotlar gibi kesik kesik hareket eden yuvarlak hatlı figürleri, görünürde zararsız, tombul ama aslında toksik küçük ‘Türkiye adamları’dır. Çizdiği Her Şey Olur bandı, benim için legolu bir çocukluğun ardından grafikerlik ya da benzeri bir mesleği olmuş 90’lar iyi aile çocuklarının Türkiye kabuslarına uyanmalarını temsil eder. Albüm’ün afişinde de önde bir aile var. Oyuncular asıllarına çok yakın birer Cem Dinlenmiş figürü şeklinde resmedilmişler, arkalarındaki mavi bubble’ın dışındaysa filmin diğer kişileri havada süzülüyorlar. Cem Dinlenmiş’e afiş çizdirmenin akıllıca bir şey olduğunu düşünüyor insan önce; hemen sonra da filmin bir Cem Dinlenmiş illüstrasyonuna layık olup olmayacağını. İddialı afiş çizdirirken belki de iyice düşünmek lazım.
Albüm altından kalkılması zor, uzunca bir sahneyle açılıyor. Modern bir zirai tesis ya da harada bir damızlık boğa önce dişiyi döllüyor, ardından dişi, insanlar yardımıyla buzağılıyor. En ufak bir kaba şaka iması taşımayan, doğa belgeseli havasını gereğince ciddiye alan, insanı merak ettiren ayrıntılı, uzun bir giriş. Böyle - ‘cool’ diyeceğim, çaresi yok - bir açılıştan sonra, Romen sinemasından bazı örnekler yahut Jarmusch’un Cennetten Garip’i ya da Mahmut Fazıl’ın Yozgat Blues’u gibi filmlerle akraba olmaya aday bir filmin nasıl büyük bir yük yüklendiğini, bu mesafeli ve ayrıntılı anlatımın altından kalkıp kalkamayacağını düşünüyoruz.
Yavrulamak, çocuk sahibi olmak, bütün canlıların tabiat nezdinde eşit oluşu gibi evrensel konulardan girerek evlat edinmeye uzanan ve/ama evlat edinme olayının toplumca bir eksiklik olarak görülmesini de konu edinen bir hikaye; evrenselden yerel’e ışınlanıp da, popo üstü Türkiye taşrasına oturunca bir Cem Dinlenmiş figürü gibi sarsılıyoruz. Hmm, bütün yalanı, dolanı, riyakar komikliği ile merkezin minyatür bir kopyası olan Türkiye taşrasındayız. Peki.
Gelgelelim, filmin bu taşra için söyleyeceği şeyler giriş sahnesinin bize vaad ettiği kadar fantastik, yaratıcı hiç değil. Oysa öyle bir girişten sonra filme uzaylılar bile yakışırdı. Durum öyle değil. Konunun çocuk sahibi olmak isteği vb. gibi geniş çeperle ilgisi pek yok, hatta bir süre sonra da tek ilgisi olayın toplumsal çevredeki yansımaları olup çıkıyor. Evet, keskin gözlemlenmiş, bol küfürlü, herkesin bolca önyargılı, gereğince yalancı, bürokrasinin yeterince kafkaesk olduğu taşrası hiç fena anlatılmamış Albüm’ün. Ama ilginç değil, ayrıca yeni de değil. Yeni değil, çünkü Albüm Türk yönetmen sinemasında bir zamandır başlayan bir eğilimi izliyor: ‘Orada, uzaktakiler’e bakmak ve ‘ne kadar da kaba saba, şişman ve korkunçlar değil mi?’ diye parmağıyla onları işaret etmek.
Bu da biraz kaçak dövüşmek. Bir, o insanlar hakkında gerçekten insani bir şey söylemiş olmuyorsunuz. İki, bu filmlerin parmaklarıyla işaret ettikleri Recep İvedik dünyasını, Recep İvedik seyircisi değil, çoğunlukla ince zevkleri, sofistike nefretleri vb. olan sanat sineması seyircisi tükettiği için, filmlerde anlatılan insanlarla gerçek bir karşılaşma da olmuyor. Yani ne o insanlar bu filmlerle karşılaşıyorlar ne de festival seyircisi o insanlarla gerçekten karşılaşmış oluyor. Tıpkı aynı adlı filmin yaptığı gibi ‘Çoğunluk’a bakıp ‘ne kadar da korkunçlar, değil mi’ demekten kolayı yok. Hatta bu bir tür egzotizm. (Nitekim Çoğunluk yönetmeninin bu kez sanat filmleri seyircisine daha yakın bir çevreye bakan Rüzgarda Salınan Nilüfer’i pek de ilgi toplamadı. Çoğunluk’u seven seyircinin Bağdat Caddesi orta sınıfını kısmen tanıdığı ve orası hakkında birşey seyretmek istemediği düşünülebilir.)
Albüm’ün uzun uzun süren, ama içlerinde bir tür anemik mizansende gezinen karakterlerin zekice anlatılmış kaba saba aşırılığından başka bir şey cereyan etmeyen sahneleri, Çoğunluk’un ‘natüralizmi’ne alternatif bir nevi donmuş ruh komedisi ya da bir komedi sineması klasiği olan dead pan humour (*) öneriyor. Bu Türk sinemasının yeni keşfettiği bir şey olabilir; lüzumsuz duygusallığa karşı panzehir… İyi örneklerini Yozgat Blues’da ya da kısmen Ana Yurdu’nda görmedik değil. Ama bu iki film de karakterlerine başka, sadece karikatür olmayan ipliklerle bağlıydılar. Albüm ise, diğer bir festival favorisi olan Ulrich Seidl’ın kendince ‘acımasızca neşter vuran’ mizah anlayışını akla getiriyor. Bu tarz mizahın vurduğu neşter, ‘sağaltmak’tan ziyade ‘kanatmak’la igileniyor. Sanat eserinin sağaltmak gibi bir derdi olmasa da bu mizahın uzun vadede filmlerin kendilerinin kan kaybından ölmesine yarayacağı düşünülebilir. Abartmamalı belki, ama Albüm iyi bir örnek olduğu için bahsini etmek gerekebilir; memleket münevverleri, Türkiye’de cereyan eden bir çok şeye böyle yüksek bir mesafeden baktıkları için bir sürü şeyi görmüyor ve başlarına gelen bir sürü şeyden sonsuz şikayet ediyor da olabilirler.
Bu bakımdan Albüm’ün en anlamlı sahnesi de son sahnesi sanki. Karakterler a) bebeği şelaleye atacaklardır, b) hep birlikte şelaleye atlayacaklardır, ya da c) kendini çok hınzır bir şaka sanan bu filmden çıkış yolu arıyorlardır.
FATİH ÖZGÜVEN
(*) deadpan humour: ölü anlamına gelen ‘dead’ kelimesi ile argoda surat için kullanılan ‘pan’ yani tava kelimesinin birlikteliğinden meydana gelen, ifadesiz bir suratla yapılan şaka ya da mizah. Sinema ve televizyonda İngiliz komedilerinden John Waters’a, Todd Solonz filmlerinden sit-com oyunculuğuna kadar birçok kullanımı olduğu söylenebilir.