Özellikle Fransız bir şey diye hatıramızda yaşayan Yeni Dalga Godard’ının en önemli kadın oyuncularının Fransızlıkla alakaları olmaması ilginç. Iowa’lı Jean Seberg, Otto Preminger tarafından önce Saint Joan sonra Günaydın Hüzün’de (Bonjour Tristesse) oynamak üzere keşfedilmiş. Oysa bugün neredeyse sadece Godard’ın Serseri Aşıklar’ı (A bout de suffle) ile hatırlanıyor. Onun Serseri Aşıklar’daki rolü ise önce Danimarkalı model Anna Karina’ya teklif edilmiş ve Karina tarafından içinde ‘çıplak sahneler’ var diye reddedilmiş. Bunu Anna Karina’nın ölümü dolayısıyla hatırladık. Godard, Karina’yı ilk kez sokakta mı görmüş yoksa Palmolive reklamında mı, tartışmalı; ama Godard’ın ‘Peki ama sabun reklamında çıplak değil misin?’ argümanına karşı Anna Karina’nın ‘Deli misin, orda boğazıma kadar çıkan sabun köpüklerinden bir elbise var’ dediği söyleniyor. Türkan Şoray Kanunları değilse de benzeri, Ah Belinda!’daki şampuan sahnesi değilse de benzeri. Genç kadınların, erkek yönetmenlerin ‘yıldız yaratma’, ‘şöhrete giden yolun yönetmenin yatağından geçmesi’ (hangisini beğenirseniz) strateijleri karşısında müteyakkız oldukları yıllar. ‘Özgür’ altmışlı yıllar da söz konusu olsa kendini korumaya almak kadın oyuncuların dikkat ettiği bir konu olmalı. Hala da öyle olabilir. Erkeklerin yataklarına değilse de hayallerine kayıtsız şartsız malzeme olmamak için.
Yeni Dalga kızlarının Fransız olmaları ille de gerekmez. Onlar (kendisi Fransız-İsviçreli bir aileden gelme) Jean-Luc Godard’ın münhasıran Fransız ama genelde Avrupalı kadın tasavvurlarının birer kokteylidirler. Biraz da beden tiplerine göre çeşitli hayallere uydurulurlar. Modern gibi görünseler de aslında zamandışı, edebiyat, kültür ve efsane-içi’dirler. Jean Seberg’de androjen, meraklı ve maceracı genç kız, Le Mepris’nin Brigitte Bardot’sunda yuvarlak hatlı, çıplaklığında rahat, kendini sahiplenmeyen erkeği hor gördüğü için dişi kadın, Onun Hakkında Bildiğim İki veya Üç Şey’in (Deux ou Trois Choses Que Je Sais d’Elle) Rus asıllı Marina Vlady’sinde cinselliği araçsallaştırılmış tüketici kadın- banliyö güzeli- anne- part-time fahişe vb. Sırasıyla Colette, Moravia, Bovary Emma.
****
İlk bakışta, Anna Karina bütün bu hayallere, sinefil bir sineast’ın hayallerine girip çıkarken bir biçimde hep kendisi kalmış olduğu için Godard kızları deyince hemen aklımıza o geliyor denebilir. Onu Hayatını Yaşamak’ta (Vivre sa Vie) Nana rolünde seyredin, Zola’nın aynı adlı fahişesini, Jean Renoir’ın o romandan yaptığı filmi, filmde Nana rolünü oynayan Catherine Hessling’i hatırlamadan edemeyeceksiniz, filmde Dreyer’in Jeanne d’Arc’ın Çilesi (La Passion de Jeanne d’Arc) filmine yapılan anıştırmayı ve o filmde oynayan trajik oyuncu Maria Falconetti’yi de; Karina ile onun karşılıklı karelerde ağlamalarını da. Hatırladığım kadarıyla bizde ‘karavel’ denilen o saç biçimini Louise Brooks’da mı görmüştünüz, yoksa hiç Clara Bow filmi seyretmediniz mi?
Halbuki olay biraz daha karışık. Zaten - hele sinemada - ‘kendisi’ ne ki? Hayatını Yaşamak’daki en mükemmel anlardan biri, tam da Godardvari bir sahnede, Nana-Anna Karina’nın kafedeki yaşlı yazarla dil, düşünce ve gerçek üzerine tartıştığı sırada alakasızca dönüp bir süre bize, seyirciye baktığı andır. Orada bütün referans manzumesi iptal olur, Anna Karina’nın gözleri, dudakları, neredeyse bir trope- yerlem olan eyeliner’ı cinsel cazibenin alanından çıkar. Bize bakarken şunu söylemektedir sanki: ‘Ben bir erkeğin hayal ettiği bir kadınla ilgili her şeyin üzerine asıldığı bir askıyım.’ Ve de aynı nefeste: ‘Neden olmasın?’ Evet her şey onun (da) kontrolünde olduğu sürece neden olmasın. Godard’ın Anna Karina’sında herşey (rahatça) aktrisin kontrolündedir, filmin kendisi yönetmenin kontrolünde olduğu gibi. Bukalemunluk bir oyunsa o oyunu, yabancılaştırma efekti sadece bir erkek buluşu değilse o oyunu iki cinsiyet de oynayabilir. Birlikte.
Ya da Bande a Part’daki Madison Dansı sahnesine bakın. Bütün o çetecilik oyununa eğlenerek katılmış olan Anna Karina karakteri kafedeki dansa da tereddütsüz katılır. Üzerinde ekose eteği falan, şapşal şapşal dansetmeye çalışan Brialy ve afili hareketler yapan Sami Frey’e eşlik eder. Heteroseksüel erkeklerin kadınların yoldaşlığını tatlı tatlı kabul edip gerçekten mesut oldukları nadir anlardan biri. Karina sayesinde. Sonunda sahnede bir tek o kalır. Tarantino’nun Pulp Fiction’daki Uma Thurman-Travoltalı dans sahnesini bu dansın esinlendirdiği söyleniyor. Nafile sinefili. Öyle olsa bile meyvenin sadece kabuğunu anlamak bu. Tarantino’da büyük ölçüde olduğu gibi.
Delimsirek, güzel Pierrot le Fou (Çılgın Pierrot)? Pierrot’nun çılgınlığını ‘yapıbozum’a uğratacak tek aktris olsa olsa Anna Karina olabilirdi, onun için ordadır.
Ya distopik Alphaville? Natacha von Braun olarak/rolünde Karina? Metropolis, Fritz Lang, orada robot rolünde oynayan Brigitte Helm? Kutsal göndermeler. Anna Karina onlara karşı Le Mepris’de küvette Fritz Lang kitabı okuyan Brigitte Bardot kadar ilgisiz görünür. Bardot kadar küstah olmasa da. Ayrıca Alphaville’de 60’ların 70’lerin bütün soğuk savaş filmlerinin tutturamadığı mükemmel, metalik bir ‘his’ vardır. Keşke Soğuktan Gelen Casus’ta da (The Spy Who Came in from the Cold) Anna Karina oynasaydı diye düşünmüşümdür. (Onun yerine The Salzburg Connection diye kötü bir casus filminde oynamış)
****
Anna Karina’nın Godard’ın yörüngesinden çıktığında ne olduğu ise ayrı hikaye. Bir diğer esrarengiz dişi ululaması olan olan Lawrence Durrell’in Justine romanından uyarlanan aynı adlı Hollywood filmindeki Yunanlı dansöz Melissa, Visconti’nin Yabancı’sında (Lo Straniero) mahkeme sahnesinde gözlerinde yaşlarla güzel bir Akdenizli, Delvaux’nun Bray’de Randevusu’nda (Rendez-vous à Bray) sembolist resimlerden çıkma bir esrarengiz kadın rolleri. Fassbinder onun için yazmış ama Rus Ruleti’nde (Chinesisches Roulette) Anna Karina’dan çok Brigitte Mira ve Margit Carstensen’i hatırlıyorum. Evet, Tony Richardson’un Vladimir Nabokov’dan uyarladığı dört dörtlük Karanlıkta Kahkaha’daki (Laughter in the Dark) küçük fırsatçı rolünde nefistir ama o bir takım oyunculuğudur. John Fowles’un Hollywood uyarlaması The Magus’u vb. vb. 60’lar, 70’ler ve 80’ler sanat sinemasının ve ticari sinemanın oyunculara sunduğu kötü de olmayan ama ortalama imkanlar.
Bir yandan Anna Karina, Godard’dan ‘kurtulunca’ - da diyebilir bazılarımız - rahatlamışa benzer. Godard da Anne Wiazemsky ile sürdürdüğü sinema yolculuğunu - denir ya - başka bir yöne çevirir. (Filmi bile yapıldı.) Anna Karina ünlü Gainsbourg ile şarkılar yaptı, kendi filmlerini çekti, son yıllarına kadar ona Paris’te film gösteren kurumlara gelip oynadığı filmler hakkında konuşurken rastlamak mümkündü.
Jean-Luc Godard hala yaşıyor. Bir münzevi olarak. Hatta biraz William Burroughs’u bile andırmaya başladı. Agnes Varda hemen ölümünden önce yaptığı Yerler ve Yüzler (Visages Villages) adlı filminde gidip Godard’ın kapısını çaldı. Kapı açılmadı. Varda da filmde kendisine eşlik eden Godard tipi gözlüklü gence dert yandı. Değil mi ki Godard ile Anna Karina onun 5’den 7‘ye Cleo (Cléo de 5 à 7) adlı güzel filminde küçük bir sessiz film parodisinde bile oynamışlardı! Ne vefasızlık vb vb. Ne densizlik de denilebilir.
Borges’in dediği gibi ‘karanlıkta başlayan hikaye karanlıkta biter.’ İki kişinin arasındaki her hikaye de sadece iki kişinin bildiği bir karanlıktır. Ya da başka bir hikayenin dediği gibi ‘bir şeyle başka bir şeyin arasına ancak hikayenin izin verdiği kadar girebiliriz.’ Godard-Karina hikayesi de öyle. En mükemmel anlarını ise - ne iyi ki - hala sinemada seyretmemiz mümkün.
FATİH ÖZGÜVEN