İkisi de Oscar’lara adaydılar. Ortalığı kırıp geçiren Parazit için ‘En iyi Film’ adaylığı neyse de, Honeyland / Bal Ülkesi için beklenmedik bir durum. Daha doğrusu ‘En iyi Yabancı Film’ ve ‘En İyi Belgesel’ adayı olduğu düşünülürse tuhaf bir alicenaplık. Belgesel mi, kurmaca mı? Çok da önemli değil tabii ama böyle şeyleri önemseyen Oscarların tuhaf kafa karışıklıklarına bir örnek. Nitekim şahsen yıllardır ‘En İyi Yardımcı Oyuncu’ kategorisini hiçbir zaman anlayamadığımı söylemeliyim. Bu yılki Brad Pitt ödülü dahil olmak üzere.
Parazit tabii kendine özgü bir hiciv başyapıtı. The New York Times’ın instagram hesabına bakılırsa filmle ilgili ortalarda gezinen ‘bir numaralı şaka, Oscar seçimlerinde ona oy verenlerin filmin kendileri hakkında olduğunu bilmemeleri’ imiş. Yönetmen Bong Joon Ho’nun Parazit’ten altı bölümlük bir dizi çekmeyi planladığı söylentisi gözönünde bulundurulursa durumun tam öyle olmayabileceği ya da bir ironi üstü ironi durumunun sözkonusu olduğu düşünülebilir. Parazit’te yeni dünya düzenine acı bir eleştiri, Alttakiler ve Üsttekiler hakkında keskin bir yargı bulup rahat edenler, filmi sırf böyle ‘okumayı’ seçenler sinemalarda oynayan ticari/sanatsal filmlerden genelde böyle şeyler beklemeyen, böylesiyle karşılaşınca da ‘aferin’ havasına girip rahat bir nefes alan, ruhlarını bilgisayarlarının hafızları gibi çarçabuk temizleyip hayatlarına devam edenler gibi geliyor bana.
İlk yarısında zenginlik, özenti ve statü sembolleri üzerine ünlü Moliere komedisi Kibarlık Budalası’nı andıran, sonra oradan başka yerlere zıplayan Parazit’in parayı ve ima ettiklerini halihazırda elinde tutan sınıflar (teknokratlar, beyaz yakalılar, nobran sağ, aynı kaptan yiyen liberal sol, reklamcılar, parayı güdenler, tarz ve yaşam ‘guru’ları vb.) hakkında söyledikleri çok yeni şeyler olmasa bile filmin bu sınıflar üzerine konuşmanın yeni yollarını bulduğunu hemen söylemeli. Esas başarısı da burada. Neoliberalizmin sıkıntılarını sadece yeni köleler ve kölelikler üzerinden anlatan, filmlerinin yalınlığını çok da sevdiğimiz fakat özellikle son filminde artık bir nevi Charles Dickens melodramına saplanarak yeknesaklaşan Ken Loach’ın dediklerini bambaşka bir yoldan söylemek; durumu sadece hicive değil akıl alabilirliğin ötesine - ki dünyanın durumu çoktandır akıl alabiliriliğin ötesinde - taşımak, ve herşeye oradan bakmak. Tabir caizse Kibarlık Budalası temalarına Alis Harikalar Diyarında penceresinden bakmak.
Bong Joon Ho’nun Türkiye’de oynamayan Snowpiercer - ‘Karyaran’?- filmi de bunu yapıyordu; fakat çok çizgisel biçimde, tek hat üzerinden giderek. Dünyanın olası bir sona erişinin ardından ucu bucağı olmayan tren rayları üzerinde hiç durmadan yol alan Karyaran adlı trenin önünden arkasına, efendilerden paryalara doğru ilerleyen, yatay bir toplumsal alegori vardı. Kılıktan kılığa girme ustası Tilda Swinton’ın takma dişlerinden ve saçlarından anladığımız kadarıyla bu distopik hicivde özellikle de Margaret Thatcher’ı kerteriz almamız gerekiyordu. Bir yandan da filmde Chris Evans’dan, John Hurt’e, Ed Harris’ten Jamie Bell’e kadar ticari bir filmde saygı duymak ya da küçümsemek isteyeceğiniz herkes mevcuttu. Film aslında dünyamızla ilgili tüm ipuçları mahfuz olmak üzere fantastik bir başyapıttı. Şunu söylemeli, artık dünyayı çizgi roman iki boyutluluğu ve fantastik edebiyatın muhayyeli üzerinden yorumlayan, savaşları bilgisayar oyunlarının eforisi ve estetiği ile anlamlandıran kuşaklar dönemindeyiz. Kötü adamlar da öyle iyiler de. İstesek de istemesek de.
Parazit de, aslında fantastik olan hikayesini yeni dünya düzeninin, ‘kültürizm’in belli başlı fetişlerinden biri olan Mimari, ama insanlık kadar eski de olan ‘insanın kalesi Ev’ fikri üzerinden ilerletiyor. (Bu konudaki ilk hiciv örnekleri için Jacques Tati’nin filmlerini seyretmelisiniz. ) Parayı güdenler kalelerinde elektronik komutlarla açılan kapıları ve akıllı fırınları ile görünürde çok güvende ve korunaklılar ama kapıdaki - hatta kimi zaman da içerideki - daha da akıllı ‘düşman’ onların numaralarını çoktan çakmış vaziyette. Paraya para demeyenler, Yukarıdakiler sadece kendi nobranlıkları yüzünden değil, kendilerine kurdukları high-tech kalelerin aslında birer fiziksel ve zihinsel hapishane olması dolayısıyla, giderek artan biçimde Aşağı mahalledeki yoksunların sofralarından bir fiskeyle defettikleri hamamböcekleri gibiler- savunmasız, cahil, insanın eli erip de üstünkörü bir ev ilaçlaması yaptığında hemen telef olacak mahlukat. Kaleniz nerede olursa olsun yakın ya da uzak komşularınız vardır, hemşehrilik de bir çeşit komşuluktur; dışarıdan bakan, sizi merak eden, hakkınızda hikayeler uyduran ve sizin nüfuz edilmez sandığınız hikayenize girmeye çalışanlar… Üstelik kaybedecek hiçbir şeyleri de olmadığı için bütün hayalgüçlerini bu işe harcayanlar. Hatırlarsınız, geçen bienallerden birinin iyiniyetli ve safdil başlığı ‘İyi Bir Komşu’ idi. İyiniyetli ve safdil bir küratör ikilisinin hazırladığı ve komşuluk bahsinde şüpheciliğe asla prim vermeyen bu bienal hatırladıkça gözlerimi yaşartır.
Parazit’teki ev ise sadece dışarıdan içeriye değil aşağıdan yukarıya da ele geçirilmiş (yatay ve dikey) bir evdir ve kısmen kendi mükemmelliğinin kurbanı olarak, kısmen de kaçınılmaz parazit yayılımının sonucunda edindiği ‘parazitler’le yaşamak zorundadır. Bu evde yaşayanların da bir çeşit parazit ya da asalak olduğunu da gözden uzak tutmamak şartıyla. Film daha çok istilacı parazitler ile dünyayı ele geçirmenin verdiği kendine güvenle böcek ilaçlamasına, basit bir domestik paranoyaya lüzum görmeyen über-parazitlerin hikayesidir. İkinciler, muhtemelen içinde yaşadıkları ‘akıllı-ev’in bunu zaten düzenli aralıklarla yaptığını sanmakta ve bu fikre çok güvenmektedirler. Yeni dünya düzeni denen şeyin ironilerinden biri de onu yapanların ya da ona hizmet edenlerin, edindikleri şeyleri (Georges Perec’in Şeyler’de anlattığı gibi) kusursuz ya da ‘kendinden’ ya da giderek ‘kendiliğinden’, sonuçta bir nevi Ding an sich sanmaları ve öyle işlediklerine aymazca güvenmeleridir. Oysa orada dışarıda başka parazitlerle dolu bir dünya kıvıl kıvıl kaynamaktadır.
Bu bakımdan ‘filmin kendileriyle ilgili olduğunu anlamayanlar’ esprisi manidar olmakla birlikte filme ödül verip sistemin reset’lenebileceğine duyulan nüktedan inanç - bu noktada Hollywood parazitlerini bir after-party’de düşünün - artık pek de geçerli değil gibi. Kültürel ürünlerdeki klasik ‘sistem eleştirisi’ tesellisi geride kaldı, şimdi belki geçerli sözcük ‘sistem elegeçirmesi’ olabilir. Sisteme bir şekilde burnunu sokmuş Parazit filmi de Netflix’den ya da altı bölümlük diziler nerede yapılıyorsa ordan ilerleyecek, mükemmel aksiliklerle mücehhez doğumgünü partisinde olduğu gibi en ala permutasyonlara ve aksiliklere yelken açacak olabilir. Parazit’in asıl güzellliği fantastik tasavvurun ulaşabileceği kıyıların tuhaflığı. Bir David Lynch dizisi kadar olmasa da.
Bal Ülkesi’nin güzelliği ve naifliği ise, en azından ilk bakışta, bize hala vahşi(msi) doğada yaşayan, üreten, medeniyetle ilişkisi çarşı-pazarla sınırlı, ‘balını hala arılarla paylaşmayı’ adil bulan bir kadın kahramandan bahsetmesi. Parazit kabusumuz ise, Bal Ülkesi rüyamız, biri rezidans kuleleri ise öteki organik pazar. Fakat Bal Ülkesi’ne lezzet katan, onu zekice bir fim yapan aslında Parazit’le paylaştığı ortak nokta; kahramanının dünyayla, arılarla ve anasıyla olan, tahminlerimizin fevkinde ‘sahici’ neredeyse arkaik alemden ansızın yeryüzüne inmesi… Çünkü bu asude idil’in yanıbaşına birdenbire treylerleri, hayvanları, çocukları ile bir ailenin konuvermiştir, yani evet gene ‘komşular’. Gerçekten de, bu komşular - artık pek moda olmayan - bir Harold Pinter ya da Ionesco piyesindeki gibi istilacı, etten kemikten, komik, isterseniz ‘absürd’dürler. Absürd tiyatronun başyapıtları olan piyeslerdeki absürd, insanlar arasındaki ilişkilerdeki el koyma, istila ihtimaline saygı duymaları, onu gözönünde bulundurmaları idi. Şimdilerde ise bu gibi meseleler ‘öteki’, ‘sınır aşımı’, ‘konfor alanı’ gibi terimlerle haledilmeye çalışılıyor; oysa biliyoruz ki ‘konfor alanları’nın dışında ele geçirmeler, temellükler, istilalar bireylerden devletlere kadar değişen ölçekte tam da böyle oluyor.
Hatice önce komşularıyla geçinmeye çalışıyor, bir iyi köpek-cici köpek siyaseti güdüyor. Ama berikiler aç gözlüler. Aç gözlü olmak, yani karnı doysa da gözü doymamak, çağımızda da her çağda olduğu gibi bir hastalık ve belki de asude - olduğunu varsaydığımız - tabiat bu insani hırsı daha da belirgin kılıyor, bir trajedi, sonra da trajikomedi boyutuna taşıyor. Hani eldeğmemiş, masum doğadaydık, İnsanları da öyle sanıyorduk? Yiyemeyeceği kadar bal yapmaya çalışmakta Shakespearevari bir hırs varsa, - hatta daha çok - Rabelaisvari bir oburluk, grotesk bir yan da var. En sonunda komşular arkalarında sadece yıkım bırakarak gideceklerdir; bir kovboy filmindekine benzeyen konvoyları, istilaları ve çekip gidişleri bize kovboy filmlerinde aslında bahsedilenin tam da istila ve ele geçirme olduğunu düşündürebilir.
Bal Ülkesi’nin tatlı bir tesellisi de var ki, bunu filmi sevenlerin bile yeterince gördüğünden emin değilim. İstilacı ailesinin, haksızların safından Hatice’nin safına geçen, geçecek kadar sağduyusu olan, dahası Hatice’den ‘öğrenmeye’ niyetli oğlan çocuğu, komşunun oğlu. Bir noktada Hatice’ye ‘keşke senin gibi bir oğlum olsaydı’ dedirtecek kadar sahici bir ilişki olan, parazit yapan binlerce faktör yüzünden gruplar, sınıflar ya da toplumlar arasında gerçekleşemeyen, sadece bireyler, tek tek kişiler arasında gerçekleşebilen karşılıklı silah bırakma, mutabakat, haklı olanı bünyesine katabilme, adlı adınca ‘dostluk’ gerçekten ideal bir dünyada belki de umabileceğimiz tek iyi şeydir.
FATİH ÖZGÜVEN
Parazit / Gisaengchung (2019)
Yönetmen: Bong Joon Ho
Oyuncular: Song Kang-ho, Jang Hye-jin, Choi Woo-shik, Park So-dam,
Cho Yeo-jeong, Jung Hyeon-jun, Lee Jung-eun, Park Myung-hoon
Honeyland / Bal Ülkesi (2019)
Yönetmenler: Tamara Kotevska, Ljubomir Stefanov
Cast: Hatice Muratova, Nazife Muratova, Hüseyin Sam, Lütfiye Sam