Bazı Michael Haneke filmlerinin üzerini kazırsanız alttan Claude Chabrol çıkar - diye iddia edeceğim -, özellikle yönetmenin Fransa’da çektiği filmlerde. Ortam ve (burjuva) aile yapıları buna müsaittir elbette; bu yüzden Happy End / Mutlu Son’un ne yazık ki yavaş yavaş unutulan Fransız auteur’ün yenilerden La Fleur du Mal / Kötülük Çiçeği ya da eskilerden Leda / Tehlikeli Rabıtalar gibi filmlerini hatırlatması tesadüf değil. Chabrol, filmlerinde karakterlerin davranışlarının sınıf çıkarlarına bağlı olduğunu bilir, konuyu önemser ve bize de hissettirir. Seyirci, iki yönetmenin benzeşen filmlerinde taşra burjuvazisinin tarihsel köklerini, belki kilise- burjuvazi iş birliği izlerini de araştırmanın ilginç olabileceği hissine kapılır. Bunlar elbette etraflı incelenmesi gereken konular; ama her ikisinde de ortak olan, sinemada Jean Renoir gibi ustalarda en olgun halini bulan hicivdir. Derece derece; Renoir, La Regle du Jeu / Oyunun Kuralı gibi en iyi filmlerinde bu insanların hırslarında, böbürlenmelerinde, aşıkdaşlıklarında maskaralık görür. Bir çeşit kara film evreni yaratmayı seven Chabrol gülünç olana ilaveten bunlarda tehlike de sezer ve bizim de sezmemizi ister. Avusturyalı Haneke ise bu ailelere ve onların çocuklarının çocuklarına kadar sinen bir kötülük hissi peşindedir. Kötüdür bu insanlar. İyice kökleşmiş bir umursamazlık, bencillik, adeta metafizik bir kötülük bu sınıfın damarlarında gezinir ve dededen toruna, nesilden nesile devredilir.
Happy End, bizi Haneke’nin, denebilirse, romantik filmi L’Amour’un bıraktığı yerde karşılıyor. L’Amour görünürde - Haneke normallerine göre yani - romantikti, çünkü yaşlı, rafine zevkleri olan burjuva bir karı kocanın çaresizlikle dolu son günlerini anlatıyordu. Oysa filmde alttan alta bu sınıfın ihtiyarları elden ayaktan kesilince onlarla ne yapılacağının bilinememesi konu edilir. Film, çiftin kızları Isabelle Huppert’in ihtiyarlar ölünce derin bir nefes alarak onların apartman dairelerine ayak atma sahnesiyle sona erer. Happy End’de dedeyi oynayan Jean-Louis Trintignant, torununa daha fazla acı çekmesin diye karısını nasıl yastıkla boğduğunu anlatırken, düpedüz L’Amour’daki Jean Louis Trintingnant’ın canlandırdığı sahneyi anlatmaktadır. Ama Happy End’de artık o romantik ihtiyar yoktur. Trintignant gülünç bir beceriksizlikle kendisi de ölmek isteyen, ölmeye çalışan birini, mensup olduğu sınıfın ölüm arzusunu anlatır. Küçük kız da ölüme - öldürmeye kendi çocuksu evreninde yabancı değildir. Onun içindir ki, filmin gayet de kara mizahla dolu bir sahnesinde ailenin en küçüğüyle en büyüğünün taammüden cinayet üzerine bir sohbet yapmaları son derece yerindedir.
Happy End’de bu ‘dedesine bak torununu al’ durumu parantez içi gayet komik tonlar barındırıyor. (Bu nadir bir şey, bir Haneke ‘komedisi’ düşünürseniz. Haneke’nin daha damardan filmlerini sevenler pek ciddiye almadılar, festivallerde de ödüle boğulmadı.) Anladığımız kadarıyla ailenin serveti inşaat işlerinden gelmektedir, en azından filmin geçtiği zaman diliminde. Filmde dedeyle torun arasında kötülüğün 50 değilse de birkaç tonu perde perde gözümüzün önüne serilir. Herşeyi kontrol etmeye meraklı kız evlat (Isabelle Huppert), annesinin becerikliliği altında ezilmekten ileri gelen değersizlik duygusu ile iğdiş edilmiş sarsak oğul, görünürde iyi niyetli fakat ailesindeki kadınları seri olarak mutsuz etmesiyle dikkat çeken çapkın birader (Mathieu Kassowitz), onun yorgun bıkkın cici eşi, tutkulu (ve komik) aşk mektupları yazan müzisyen metres ve aynı sınıftan davetliler, davetliler.
Ve sahne dışında… göçmenler. (Ailenin Fransa’nın son yıllarda en fazla göçmen alan kenti Calais’li olduğunu söylemekte de yarar var.) Ve bazı başkaları. Filmin ‘ötekiler’i.
Happy End’in sorunu da orada başlıyor işte. Göçmenler, siyahiler, Araplar bu filmde, onları ilginç kılan, birer ‘birey’ yapan Kötülük’le donanmış Avrupalılara alternatif ‘soylu vahşi’ figürasyonu işlevi görüyorlar. Saf ve temizler, topluca. Koro halinde iyiler, masumlar, şaşkınlar, çaresizler… Dede onlardan yasa dışı olduğu belli bir şey isteyince (Saklı’nın sonunu andıran güzel bir sahne, sokağın karşısından izliyoruz onun için duymuyoruz ama anlıyoruz) şaşkınlar. Sersem sepelek oğulun ‘bizim güzel yemek yapan kölemiz’ diye tanıştırdığı kahyanın karısı suskun ve kibar. Gene aynı oğul bir grup göçmeni bir burjuva davetine getirip davetlileri şoke etmek istediğinde durumu anlamaktan yoksun vahşiler olarak tepkisiz, kontrol kraliçesi anne durumu ele alıp onlara bir masa açtırarak yüce gönüllü davrandığında ‘şimdi ne oluyor?’ diyemeyecek kadar çocuksular. İçlerinde zekası biraz kıvrakça olan tek kişi, ‘yaşlı efendinin saçını kesmesine izin verilmediği için’ hırçınlaştığı söylenen kahya ise gizlice evin hanımına aşık, filmde gülünç olduğu vurgulanan bir ayrıntı. Arap kahya, beyaz hanımla ha, bir Lady Chatterley’in Aşığı durumu ha? İlahi. Kaldı ki, onda, bir tip olarak Tarantino’nun Zincirsiz’indeki kendini beyaz sanan zenci uşak tipindeki kadar bile mizah yok.
Büyük burjuvalarla yolları kesişen bir iki beyaz da var, onlar da ‘kişi herkesi kendi gibi bilirmiş’ hesabı kurnaz ve çıkarcılar. İnşaattaki göçükte kalan işçi ailesinin oğlu inşaatçı ailenin bir üyesini pataklasa da (sarsak oğulu tabii) mağdur işçi ailesinin tazminatla satın alabileceği ima ediliyor. Dedenin kendisinden ‘cinayet hizmeti satın almak istediği’ alt orta sınıf berber, deliilerin tamamen ortadan kaldırılamayacağına inandığı için bu hizmeti vermekten kaçınıyor (yoksa aklından geçirmiyor değil) vb.
Kendisinin de bir burjuva, seçkin zevklere aşina birisi olduğu malum Haneke’nin gülünç bulduğu başka şeyler de var; internet ortamında sevgiliyle açık saçık yazışmak kaba, komik ve ‘düşük’ bir şey. Bir Marki de Sade ya da Casanova kadar sofistike erotik yazıya hakim olamayanlar pornografik yazışma yapmasalar daha iyi. Komik oluyorlar.
Bir de tabii Huppert’in sevgilisini canlandıran Toby Jones durumu var. Bir filmde Truman Capote’yi de canlandıran Toby Jones’u Huppert’le sevgili yapmak, tahmin edilebilir ki biraz alay içeriyor. İsterseniz kötü niyetime veriniz, bu aktörün seçiminde de Haneke’yi bir tarz grotesk sevgisi yönlendirmiş olsa gerek. Komik, ufak tefek aktör uluslararası finans çevreleri ile de aşina olan bu ailenin dışarıya uzanan ucuna alaylı bir bakış gibi. Yetenekli bir sadist olan Haneke’nin bu detayı da düşünmemiş olacağını sanmam. Güzellerin aptal, hırslıların kötü, çocukların yetişkince karanlık, yaşlıların bunakça çocuksu olduğu bu dünya bir nevi eski Avrupalı Game of Thrones ise Jones da bu dünyanın Peter Dinklage’ı sanki.
Haneke’de genel olarak sevmediğim bir yaklaşım vardır. İngilizce’de ‘judgemental’ denen, Türkçe’de ‘önyargılı’ ile tam karşılayamadığımız, kişilerini ‘önceden yargılayıp defterlerini dürmüş’ olma bakışı. Kötüler parlak siyah, iyi olduğu farzedilenler ise bulanıkça, zavallı bir beyazdırlar. İyi hiciv ustaları bu kolaylığa kaçmazlar oysa. Bu yüzden Haneke’nin ‘Avrupa burjuvaları eleştiri’si çoğu kere, kağıt üzerinde haklı olmakla birlikte karakterler sadece zalim bir kuklacının eline düşmüş gibilerdir. Alegorik, ortaçağdan kalma din kitaplarının şeytanları gibi biraz. En iyileri hain kuklacının onları manipüle etmekteki başarısı dolayısıyla hayranlık uyandırır. Zamanla da bundan bıkarız. (*)
Yaşasın Kötülük! diye bir şarkı vardı malum. Happy End, zarif ve beter, grotesk ama rafine Kötüler’i, insani tutkuları ameliyatla alınmış insan-altı İyiler’i, çeşitli ara tipleri ile eğlenceli bir kara komedi. Ama sonuçta Haneke’nin belki de en iyi filmi Beyaz Band gibi kötülük üzerine bir tefekkür değil, Yaşasın Kötülük kıvamındaki çocuksu bir kötülük çığırtkanlığını hatırlattı bana. Afişe de konu olan nefis son sahnesinin pop tadı için seyretmek içinse fazla uzun.
FATİH ÖZGÜVEN
(*) Belki de hatırlamakta yarar var; zamanında Fassbinder de Chabrol hakkında aynı şeyleri hissetmiş ve onun hakkındaki öngörülü bir yazısında Chabrol’ün karakterlerine ‘mikroskop altındaki böcekler’ gibi baktığını söylemişti.